30 Aralık 2013 Pazartesi

Aşk Yarası...

  Radyo dinlemeyi çok severim ben... O böyle habersiz çıkan şarkılar hep daha ayrı bir mutlu eder beni... Bir de radyoda eski şarkılar çalarsa değmeyin keyfime... Bugün yine radyo dinlerken çok sevdiğim program başladı... 70ler, 80ler, 90lar... O muhteşem eski şarkılar, muhteşem sesler... Eh haliyle mest olmuş bir ecem var şu an... Bu geceden benimde ilk kez duyduğum bir şarkı daha çok etkiledi beni... O kadar anlamlı ki sözleri... Burada paylaşmadan duramadım... Belki benim gibi seviyorsanız o eski güzel şarkıları; Program pazarları 21.00-23.00 arası joytürk'te...


  Burcu Güneş - Aşk Yarası 

Yar yüreğinden bir haberim
Bir ışık olsan farkederim
Yar benim olsan kim duyacak
Kim görecek ya da kim bilecek
Yar gel geleceksen tam sırası
Aç yüreğimden gir içeri 
Ah kanıyorken aşk yarası 
Sen saramazsan kim saracak?



26 Aralık 2013 Perşembe

Yani Olmuyor...

  Bazı şarkılar vardır böyle her zaman dinlenmez... Onlar yalnızlığı, karanlığı, hüznü severler...  O kadar yoğundur ki o şarkılar ancak o anlarda anlaşılır değerleri... Ancak o zamanlarda gerçekten hissedilir... Çok sevsemde o şarkıları, mutlu olduğum zamanlarda pek tahammül edemem... Çok düşürür enerjimi... O yüzden ne zaman bir yalnızlık bir karanlık görürsem işte o zaman sarılırım bende o şarkılara... 
  O şarkılardan birini paylaşacağım burada... En sevdiklerimden...
   
  Fırat Tanış - Yani Olmuyor
  Yani olmuyor, olmuyor istesem de 
  Kimse gelmiyor beklesem de 
  Yani olmuyor, olmuyor istesem de
  Kimse gelmiyor...

15 Aralık 2013 Pazar

...

  Herkesin,
  Bir umudu vardır,
  Bir savaşı,
  Bir kaybedişi,
  Bir acısı,
  Bir yalnızlığı,
  Bir hüznü...
  Çünkü;
  Herkesin bir gideni vardır.
  İçinden bir türlü uğurlayamadığı.

7 Aralık 2013 Cumartesi

Bu Hafta...

  Bu hafta herşeyiyle belki de yaşadığım en yoğun ve unutulmaz haftaydı...
  Bu sözleri görünce süper bir hafta geçirdiğimi düşünebilirsiniz... Fakat ne yazık ki geçirdiğim en kötü haftalardandı...
  Bu hafta; hayatımın en büyük şokunu yaşadım... Hiç ağlamadığım kadar ağladım... Yine büyük bir hayal kırıklığına uğradım... Ve salya sümük hasta oldum... Ki ben çok hasta olan bir insan değilimdir...
  Neyse bu kadar üstüste gelen olaylar içerisinde en çok etkileyeni tabiki ilk yazdıklarım...
  Yaşadığım şok; halamın son evre kanser olduğunu öğrenmem ve bana yüzüme baka baka onun öleceğinin söylenmesi...
  Şu an bunu okuyan hiç kimse başına gelmeden kesinlikle beni anlayamayacak... Çünkü bende anlayamazdım... Etrafımda duyardım işte filancı kanser olmuş şu kadar ömrü kalmış, yok işte vefat etmiş... Evet üzülüyorsunuz fakat geçiyor bir iki gün sonra aklınıza dahi gelmiyor... Ya da hastaneye gittiğimizde hocalarımız gösteriyor kanser hastalarını biz sadece orada aa ne kadar ilginç deyip ilgilenmek ile yetiniyoruz... Öğle yemeğinde konuşulacak değişik konular çıkıyor o kadar...
  Hiçbirimiz o hastanın yaşadığı acıyı hissetmiyoruz... O acıya hastanın yakınları kadar şahit olmuyoruz... O çaresizliği yaşamıyoruz... En yakınınız orada acı çekerken öyle orada onu izlemenin ne kadar büyük bir çaresizlik olduğunu bilmiyoruz...
  Ya da bilmiyordum... Ben bu hafta yüzüme bir tokat gibi öğrendim bunları... Birinin gözünün içine bakarken onun öleceğini düşündüm... Onun nasıl bu kadar habersiz olduğunu gördüm... Hayat sanki kötü bir oyun oynuyordu bana... Karşımda sadece bacak ağrısı olan ve sapasağlam duran halamın öleceğini düşünmenin başka bir açıklaması yoktu çünkü... Onsuz bir hayatı düşünmek, geçmiş zamana yanmak... Ve elinden hiçbirşey gelmemesi o orada ağrıdan kıvranırken...
  Ben ilk defa bu kadar yakınım olan birini kaybedeceğimi düşündüm... Bütün kaybettiklerim hep uzaktı bana... Onlarla çok şey paylaşmamıştım... Hep daha bir yabancıydı... Fakat şimdi gözümün önünde eriyen halamdı ya halam... Doktorların bana ömrünü uzatmaktan bahsettiği halam... Gözlerinin içine baka baka yalan söylediğim halam...
  Evet bu hafta belki de benim doktor olmadan önce hasta olabileceğimi düşündüğüm ve bir tokat gibi hayatımın ilk kötü haberini aldığım haftamdı...
  Hani saymıştım ya bu hafta yaşadığım diğer kötü şeyleri... Emin olun bunların yanında onlar ancak tatlı olabilir...

1 Aralık 2013 Pazar

Sıradan bir kadın

 Sıra dışı kadınları hemen fark edersiniz, onları sıradandan ayıran özellikleri, zekaları, güzellikleri, isyankarlıkları, bilgileri, yetenekleri derhal dikkatinizi çeker ve onlar kendilerini sıra dışı yapan özellikleriyle hemen genel bir tanımın içine girerler: Zeki kadın, güzel kadın, yetenekli kadın...
  Ve çoğunlukla sıra dışı kadınlar birbirlerine benzerler.
  Güzel kadınlar diğer güzel kadınlarla, yetenekli kadınlar diğer yetenekli kadınlarla, zeki kadınlar diğer zeki kadınlarla aşağı yukarı ortak özelliklere sahiptir.
  Erkeklerin dikkatleri bu sıra dışı kadınlara yöneldiğinden onlar hakkında çok konuşulmuş, çok yazılmış, çok düşünülmüştür.
  Onlarla ilgili çok bilgi vardır hafızalarımızda. Tanınması ve anlaşılması en zor gözüken kadınlar, çok fazla merak uyandırdıklarından ve çok incelendiklerinden çabuk tanınır olmuşlardır, duygusal radarlarınız onları hemen saptar, koordinatlarını belirler ve onları bir yere yerleştirir.
  Bu yüzden de birçok filmde ve romanda 'tehlikeli' kadınlar olarak gösterilen kadınlar aslında tehlikeli değildirler.
  Çok karmaşık bir bilgisayara benzerler, ama 'prospektüsleri' çok ayrıntılı yazıldığından tuşlarının nerelerde olduğunu rahat bulursunuz.
  Ama ya sıradan kadınlar...
  İşte onlar başka bir cinstir.
  Hepsi birbirine benzer görünüşte; dikkati çekmezler, kimse onlarla fazla ilgilenmemiş, kimse onları tanımaya uğraşmamıştır, haklarındaki bilgi çok azdır. Çok kalabalıktırlar ve büyük bir kalabalığın tanınmayan ve bilinmeyen bir parçası olmanın yarattığı karanlığın arkasında hepsi kendine has ayrı bir hayat ve kişilik geliştirmiştir.
  Hayatta aradıkları tatmini kendilerinde bulamamışlardır.
  Kendi güzellikleriyle, kendi yetenekleriyle, kendi zekalarıyla tatmin olmamışlardır.
  Onlar tatmini yaşamın içinde ararlar ve sıra dışı kadınlara kıyasla çok daha fazla yaşam oburudurlar.
  Sıradan kadınların hepsine aynı anda baktığınızda bir sığlık görürsünüz, dikkati çekecek bir derinlik yoktur.
  Ama onlarla tek tek ilgilenirseniz, mucizelerle karşılaşırsınız.
  En azgınca sevişenler onların arasından çıkar; en beklenmedik ihanetlerin tadını çıkaranlar, gizli kalacağına emin olduklarında şehvete kendilerini en rahat bırakanlar onlardır; öfkelerini cinayete kadar vardıracak gözü karalık onlardadır; ruhlarını en zor onlar ele verir. En masum duranından ansızın en şuh kahkahayı duyarsınız.
  Kuşkudan en uzak gözükeninin hayatını büyüteç altına aldığınızda karanlık boşluklara rastlarsınız.
  Erkeklerle gizli gizli en fazla alay edenler onlardır.
  Sıra dışı kadınlar erkekleri genellikle bir 'rakip' gibi gördükleri halde onlar erkekleri zavallı bir 'av' gibi görürler.
  Erkeklerle dövüşmezler o yüzden, kendi tuzaklarını kurup sessizce bekleyerek avlarlar onları.
  Dövüşecek kadar ciddiye almazlar erkekleri, erkeklerle dövüşen kadınları da o yüzden küçümserler.
  Sıra dışı bir kadın bir erkeğe aşık olmadan önce onu yüzlerce 'savaş'tan geçirdiği, zekasını, yeteneğini, bilgisini çeşitli 'muharebelerle' sınadığı halde sıradan bir kadın öyle sessiz ve masum durur. Sonra birden bir volkan gibi infilak ederek aşık oluverir.
  Aşık olmadan seviştiklerinde ise mutlak ve kesin bir şehvet isterler.
  Kocalarında şehvet eksikliğini affetselerde 'aşıklarında' şehvet eksikliğini asla affetmezler.
  Sıra dışı kadınlar büyük gemiler gibi kendi hayatlarının akıntısı içinde zor ve uzun manevralar yaparken, sıradan kadınlar küçük gemiler gibi kolay manevralarla ve süratle bulurlar yollarını.
  Sanırım, erkekleri de sıra dışı kadınlardan daha ini tanırlar.
  Sıra dışı kadınların çoğu dikkatlerinin en azından bir bölümünü kendilerine ve kendi özelliklerine ayırdığı halde sıradan kadınlar bütün dikkatlerini erkeklere yoğunlaştırırlar, her hareketlerini izlerler, usta bir kumarbaz gibi karşısındaki erkeğin davranışlarının ne manaya geldiğini kısa zamanda anlarlar.
  Erkeklerin şifrelerini çözmekte çok mahirdirler. Ama onların şifrelerini çözmek o kadar kolay değildir. 
  Hayatın ve erkeklerin baskısı karşısında kendilerini savunacak güçlü özellikleri olmadığından nerdeyse tümüyle bir karanlığın içine saklanarak kendilerini savunmaya alışmışlardır; içine saklandıkları karanlıkta onları görmek ve tanımak çok zorlaşır.
  Hatta bazen kendileri bile kendilerini çok iyi tanıyamaz.
  Beklenmedik zamanlarda kendilerini bile şaşırtacak şeyler yapabilirler.
  Sıradan kadınları bu kadar esrarengiz yapan da, onların bir hayat boyu biriktirdiklerini nerede, ne zaman, niye yeryüzüne fışkırtacaklarının bilinmemesidir.
  Bir yeraltı suyu gibi akar onlar.
  Yukardan baktığınızda birşey göremezsiniz.
  Karanlıkta geçer hayatları.
  Ve kimseye haber vermeden aniden çıkıverirler toprağın üstüne.
  Sonrada bu gizliliğin, sıradanlığın, saklı olmanın olağanüstü keyfini keşfederler. 'Oynak' olmak sıra dışı kadınların sıradan fantezisiyken, oynaklık sıradan kadınların sıra dışı bir gerçeği olarak beliriverir.
  Sıra dışı bir kadınla bir aşk yaşarken, büyük bir nehirde yüzer gibi, sizi çeken o çağıltılı suyun içinde yüzen ağaç parçalarına, toprağa, kile, taşa rastlarsınız; o büyük nehir sudan başka şeyler de barındırır içinde, ama sıradan bir kadın yeryüzüne çıktığında dokunduğunuz her şey gerçektir, katışıksızdır, saftır, ayıklanması gereken bir şey yoktur.
  Sıradan kadının çekiciliği, suyunun derin olmasında değil, o suyun çok derinden gelmesi ve yeryüzüne arzuyla çıkmasındandır.
  Halbuki kadınlık dünyasının en meçhul ve karanlık bölgesidir orası.
  Eğer sıradan kadınlarla biraz daha yakından ilgilenirseniz, sonunda kaçınılmaz olarak şu cümleyi mırıldanırsınız:
  '' Hangi sıradan kadın sıradandır ki...'' ama bu gerçeği öğrenmek bazen çok pahalıya mal olabilir.
Ahmet ALTAN

Bazen...

  Bazen en büyük öfkeyi en çok sevdiklerimize duyarız.
  Bazen en yakınlarımız en çok acıtır canımızı.
  Bazen en tutkulu aşkla bağlı olduğumuzdan en vahşi intikamı almak isteriz.
  Bazen kendi duygularımızdan bile kuşkuya düşeriz.
  Bazen sevdiğimiz kuşkulandırır bizi.
  Sevgiyi, aşkı, mutluluğu saf ve lekesiz bir biçimde ele geçirmeyi başaramayız.
  Hayat, bütün izlerin birbirine karıştığı ürkütücü bir ormana benzer bazen.
  Böyle zamanlarda bir ses, bir işaret, bir yardım ararız yaşadıklarımızı ve bize yaşatılanları anlayabilmek için.
  Bizim yaşadıklarımızı başka yaşayanlarda var mı merak ederiz.
Ahmet ALTAN

Kelimeler maskelerini çıkarırken...

  Kelimeler, kapıları kanallara açılan görkemli konaklarda verilen eski Venedik balolarına gözalıcı giysileriyle uçuşarak katılan yüzleri maskeli aristokrat genç hanımlar gibi varlıklarını gördüğümüz, ama kimliklerini bilmediğimiz sesler olarak gezinir hayatımızın içinde; yaşamak, sanırım, o kelimelerin taşıdıkları anlamları öğrenmek, en acıklısının bile söylenişinde bir hoppalık bulunan dizelerinin ardında saklanan gerçek duyguları tanımaktır.
  Ölüm kelimesi siyah bir maskeyle, acı kelimesi kızıl bir maskeyle, neşe sözcüğü leylaki bir maskeyle bir sözcükler balosunun içinde, o balonun neşesini kaçırmadan, hatta o baloya bir çeşni katarak yerini alır cümlelerimizde.
  O kelimeleri kullanırken handiyse onların ardında bir duygu yığını olduğunu, bir gerçeğin saklandığını unuturuz.
  Sonra o kelimelerden birisi maskesini çıkartıverir.
  Çok sevdiğimiz bir küçük kızın kötü bir hastalığa yakalandığını duyduğumuzda, 'acı' kelimesinin yüzündeki maske iniverir birden; artık o kelime değildir, o bir duygudur, sözcükler balosunu terk edip maskesinden ve giysilerinden soyunmuş, çırılçıplak bize görünmüştür.
  Bir dahaki sefere ona bir cümlede, cümleye renk katan kızıl maskesiyle rastladığımızda artık onun o çırılçıplak halini hatırlarız.
  Yaşamak budur.
  Kelimelerin arkasına dokunmak, o dokunuşları biriktirmektir.
  Her kelimenin bir gün maskesini indireceğini, ardında saklı olanın bize dokunacağını tedirginlikle ve ümitle beklemektir.
  Mutluluk kelimesiyle defalarca dans eder, yazılardan,cümlelerden oluşmuş binlerce baloda onunla karşılaşır, maskenin ardındakininin ne olduğunu merak ederiz.
  Maskesini en az indirenlerden biridir o.
  Başarı kelimesiyle birlikte balonun en kendini beğenmişi, en kaprislisi, en nazlısı, en saklısıdır.
  Birçok insanın hayatı o kelimelerin maskesiz, soyunmuş halini görmediğinden eksik kalmış, tamamlanamamış, bir bilmece gibi tükenmiştir.
  Kızgınlık maskesini çabuk indirir, çabuk gösterir kendini, onu tanımayan, onu görmeyen, ona dokunmayan yok gibidir.
  Özlem ise maskesini o kadar yavaş indirir ki, soyunuşunun bütün safhalarını anbean yaşar, üstünden çıkardığı her parçayla birlikte ona biraz daha fazla bağlanırız.
  Beklenmedik anlarda maskesini indiren kelimelerden biri ise sevinçtir, birden bir yerden çıkıverir karşınıza, ona çabuk tutulur, ama genellikle çabuk kaybederiz.
  Hayat budur bence, kelimelerin soyunması ve kendilerini bize tanıtmasıdır.
  Tecrübe, her maskenin ardında duranı, daha o maske inmeden tanımaktır.
  Bazılarının ise gerçek yüzünü görmeyi kimse istemez, onları görenler genellikle lanetlilerdir.
 Cinnet ve cinayet, yüzlerini kime gösterirlerse onu mahvederler.
 Aşk, maskesi insin diye en çok beklenendir, indirecekmiş gibi yapar, onu gördüğünü, onu bildiğini sananlar çoktur, ama o kendisini çok az insana çırılçıplak gösterir ve onun maskesinin indiğini görmek aynı anda birçok maskenin de indiğini görmektir.
  Kıskançlık, hiddet, terk ediliş, vahşet, neşe, sevinç, keder, bunların hepsi aşk kelimesinin yanından ayrılmayan sadık nedimeleri gibi onunla birlikte maskelerini bazen teker teker, bazen hep birlikte açıverirler.
  Şehvet ise bizi çoğunlukla yalnız yakalar; onun maskesinin rengi hiçbirine benzemez, ona dokunduğunuz anda sizde değişirsiniz; o maskesinin arkasında bir büyücü saklar, soyunduğunda siz de soyunursunuz; birçok kelimenin ardında saklı olan gerçek dokunduğu ateşi küle çevirirken, o bir külü ateşe çevirebilir.
  Bazen bir kelimenin peşine düşer, bize bir kez yüzünü göstersin, saklandığını bizimle paylaşsın diye onu günlerce, aylarca, yıllarca takip ederiz; derler ki, yeteri kadar kararlı ve uzun takip edersen onların yüzünü görebilirsin, ama hayatını, maskesini indiremediği kelimelerin peşinde kederli bir sürgüne çevirenler olduğu da söylenir.
  Oysa en çok istenen, kelimeler balosundan yalnızca bizim seçtiklerimizin maskesini indirmesi, yalnızca bizim istediklerimizin dokunuşunu bize hissettirmesidir; ancak hayat, kelimelerin manası kadar, maskelerin indirilme sırasının yalnızca bizim irademizle belirlenemeyeceğini de öğrenmektir.
  Dans edip durur kelimeler çevremizde.
  Neredeyse hovardaca katarız onları cümlelerimize, belki de en rahat, en özgür kullandıklarımız henüz maskesinin ardında olanı görmediklerimizdir, bazılarını tanıdıkça telaffuz etmek zorlaşır çünkü.
  Kimi zaman, durup düşünürüz, kaç kelimeyi gerçekten tanıdık, kaç tanesini çırılçıplak gördük diye; bazılarını hiç tanımamış olmaktan sevinir, bazılarını tanımış olmanın bedelinin ne kadar ağır olduğunu hatırlarız.
  Yaşamak, kelimelerin soyunmasıdır.
  Her biri kendince bir biçim, kendince bir renk taşıyan o maskelerin her inişinde hayatımıza bir şeyler katılır; bazılarının katılması birşeyler eksiltir bizden, bazılarının katılması bir şeyler ekler.
  Elbette en dikkatle ve en çok ürkerek izlediğimiz, o kara maskesinin ardındaki ölümdür.
  Bazen, maskesini biraz indirir, bir sevdiğimizi, bir tanıdığımızı kaybettiğimizde onun yüzünü görürüz; çırılçıplak soyunmaz ama gördüğümüz bile yeter bizi altüst etmeye, o maskesini biraz indirdiğinde bile keder, ıstırap, özlem, ayrılık, yalnızlık çırılçıplak soyunurlar.
  Sonra gün gelir, vakit tamam olur; bilmediğimiz, beklemediğimiz, tahmin etmediğimiz bir yerde, bütün maske iner, o kara kelime çırılçıplak soyunup bize sarılır.
  Onu görürüz.
  Öğreniriz..
  Balonun kraliçesi soyunmuş, bütün kelimeler onunla birlikte maskelerini indirip susmuştur.
  Artık her kelimeyi biliyoruzdur, öğrenilecek bir kelime kalmamış, alan bizim için bitmiştir.
  Biz çekiliriz.
  Kelimeler danslarına devam ederler.

Ahmet ALTAN