28 Ekim 2013 Pazartesi

Yolculuklar...

  Yolculukları hep sevmişimdir ben... Kimine göre işkence gibi olan o yollar bana anlam veremediğim bir heyecan,  mutluluk verir... Belki çok fazla yolculuk yapmadığımdan o bıkkınlık derecesine gelmemiş olabilirim... 
  Sanki her yolculukta sonunu bilsem de beni bekleyen sürprizler varmış gibi gelir... Sanki bu sefer farklı şeyler beni bekliyordur... Sanki bambaşka bir hayat sunulacaktır bana... Aslında her yolculuk benim için bir başka umuttur... 
  Bir de yolculuklar düşünmek için en uygun zamanlardır... O uçsuz bucaksız yollarda giderken pek de seçeneğiniz yoktur çünkü... Kulağınızda bir kulaklık, huzur verici bir şarkı ve alabildiğine uzuuun bir yol...
  Yolculuklar o içimizde olan kaçıp gitmedir aslında ne kadar yakın olsa da mesafeler... Herşeyden vazgeçme... Herşeyi bırakıp gitme... 
  Bazen ölümün provasıdır... Geride kalanları düşünerek... Birgün bırakıp gittiğimizde nasıl yaşayacaklarını görmektir... 
  O yüzden severim ben yolculukları... Hem hüzündür... Hem umut...

Bir hayattan bir hayata geçmek...

  ...

  Bir erkeği hayatın içinde kadınlar gezdirir, hayatın katları arasında kadınlar dolaştırır.
  Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz, bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz, esprili bir kadına rastlarsanız espriniz, zeki bir kadına rastlarsanız zekânız gelişir; yeni huysuzluklar, kaprisler, kavga nedenleri, acılar da öğrenirsiniz.
  Ardınızda kalan kadının size öğrettiklerine, yeni kadının öğrettikleri de katılır.
  Her zaman eski kadını anacağınız bir an gelecektir; şimdi size eskimiş gözüken o manzaranın da bir zamanlar sizin için ne kadar yeni olduğunu hatırlayacaksınızdır; bir sevgiliyi değilse bile zaman zaman bir kardeşi özler gibi özleyeceksinizdir onu.
  Bir kadından bir kadına, bir hayattan bir hayata geçerken heyacanınıza daima birazda kırıklık karışır; tuhaf bir kırıklıktır bu, yalnızca erkeklerin bildiği, çocuğunu sokağa bırakmış bir babanınkini andıran sızılı, tuhaf bir vicdan azabı; bugün girdiğiniz bahçenin kapısına onun bahçesinden geçerek geldiğinizi bilmenin huzursuz borçluluğu.
  Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır; Babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir.
  Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür.
  Ve bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat, yanınızdaki kadının terası, manzarası, hayatıdır; hayatın hangi katında durduğunuzu, yanınızdaki kadının durduğu kat belirler.
  Hayatınız, seçtiğiniz kadındır.
  Bir kadın değil bir hayat seçersiniz çünkü.

Ahmet ALTAN 

24 Ekim 2013 Perşembe

Ah bu ben...

  Sözlerinin beni anlattığını düşündüğüm bir şarkı... 
  Mazhar Alanson - Ah Bu Ben 

  Sen beni tanımazsın
  Severim de söylemem 
  Sen beni uzak sanırsın 
  Bilirim söz dinlemem...

  Ah bu ben kendimi nerelere koşsam?
  Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam... 
  Ah bu ben kendimi nerelerde bulsam?
  Çekilsem sahillere hayaller mi kursam???




23 Ekim 2013 Çarşamba

Bir çırpıda...

  Birgün gelir, dünyanın bir yerinde yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine, bütün hayatını anlatmak istersin...
Murathan Mungan

  İşte bir çarpıcı söz daha... Bu sözü bir arkadaşım paylaştığında öylece kalakalmıştım... Dedim ki 'evet ya belki de en çok istediğim şey bu hayatta...' Birinin hiç sorgulamadan, hiç yargılamadan seni dinlemesi... Ona bir çırpıda tüm hayatını anlatmak... Düşüncesi bile kimi zaman rahatlatır beni... Sanki bütün dertlerim, sıkıntılarım, streslerim bir çırpıda bitecek gibi... Sanki o içimde patlayan volkanlar artık akacak... Bir denize varıp soğuyacak... Ve ben artık başka yerlere göç edeceğim... 
  Dedim ya düşüncesi bile rahatlatır... 
  Bakalım... Kimbilir bulurum belki o dünyanın herhangi bir yerinde yaşayanı... Çeker alır belki tüm sıkıntılarımı...

Bazı sözler...

  Müziği duymayanlar, dans edenleri görünce, deli sanırlar...
Nietzsche

 Bu sözünde ayrı bir yeri var bende... Bilemiyorum... Hani bazı sözler vardır ya duyduğunuzda öylece kalırsınız... Sanki bunca zamandır yaşadığınızı bir çırpıda anlatıverir... İşte benim için öyle sözlerden biridir bu... Ve böyle sözleri duyduğumda öyle kaybetmek istemem kolayca... Tıpkı bir define avcısının hazinesini bulması gibi sımsıkı sarılırım ona... 
  Şimdiye kadar ki o sarıldığım sözler olmuş 3-4 sayfa kadar... Bakalım gelir mi devamı... Umutluyum ben...
  O biriktirdiğim güzel sözlerden ara ara buraya yazmak istedim... Belki tıpkı benim gibi sarılmak isteyenler olur diye...

...

  Bulunamayan yerleri bulmak için önce kaybolmak gerekir...

Alev...

  Doymak bilmeyen bir alev gibi kendimi yakıyor ve kemiriyorum... Tuttuduğum ateş, bıraktığım kor oluyor... 
Nietzsche

22 Ekim 2013 Salı

Radyo...

  Bugünlerde radyokolik oldum sanırım.. Açıkçası bugünlerde benim için huzur; radyoda çalan o habersiz şarkılar.. Hele bir de eski şarkılar çalarsa benden mutlusu yok... 
  Kendimi o şarkıların akışına bırakmak.. Sadece anlattıkları hikayelere dalıp gitmek... Hiçbir şey düşünmemek... Daha ne istenir ki? 
  Burayı da atlamamak lazım tabi... Bir yandan çalan radyom bir yandan buraya yazmanın rahatlığı... Kendimi rahatça anlatmak... Bıraksalar keşke beni hep böyle... Hiç dokunmasalar... 
  O zaman kapanışı şimdi çalan şarkıyla yapalım... Çok sevdiğim biri ve çok güzel şarkısı... Ve de nostalji biraz... 
  Candan Erçetin - Elbette...
  Elbette bugün ağlıyorsam yarın güleceğim...



21 Ekim 2013 Pazartesi

Yüzler ve Kaderimiz...

  Kendi kaderimizin bazen bir başka insanın yüzünün ardında saklanmış olabileceğini, rastlayacağımız bir yüzün bütün geleceğimizi değiştirebileceğini, böyle bir ihtimalin hayatımızın bir köşesinde saklandığını bilmek, sanırım, çoğunlukla durağan olan günlerimize, hiçbir zaman yaşayamayacağımıza inandığımız ama her zaman da yaşanabileceğinden kuşkulandığınız, ancak yalnız başımıza hayal kurarken gizlendiği yerden çıkartıp üstündeki tozlarını silkeleyip parlatarak seyrettiğimiz bir heyecan ekler.
  Bir insan vardır bir yerlerde, belki de bugüne dek hiç görmediğimiz, hiç bilmediğimiz biri ve bir gün ona rastladığımızda, çevremizdeki hiç kimse ondan etkilenmezken, biz onların görmediği bir şeyi görüp o gördüğümüz şey her ne ise ondan bir daha ayrılamayacağımıza karar vererek, onun peşine düşüp bizi nereye götüreceğini bilmediğimiz çılgın bir yolda koşmaya başlayacağızdır.
  Böyle bir olay olmayacaktır, o yüz bizim hayatımızda gözükmeyecektir, buna inanırız.
  Ama böyle bir olayın olabileceği ihtimalinin, hayallerimizin kandillerini yakan ışığını da içimizde hiç söndürmeyiz.
  Ve böyle olaylar olur.
  Aşk dediğimiz ve aşık olmadığımız zamanlarda bize gerçeküstü gözüken efsanenin, yüzünü saklayan uzun peleriniyle aramızda dolaşıp durmasını da daha önceden yaşanmış hikayeler sağlar.
  Biliriz ki birileri bunları yaşamıştır.
  Onların yaşadığı yangınların alevlerinden tutuştururuz zaten bizde hayallerimizin çırasını, her yangından bizim payımıza da biraz ateşle biraz ışık düşer.

  .....

  Bir insanın bir başka insanı kendi hayatından bile çok sevmesini sağlayan ve gücüyle herkesi hem ürpertip hem de kendine çeken o tuhaf kudret, varlığını kanıtlayacak bir hikayeyi daha ekledi dağarcığına.
  Kaderimiz bazen bir başka yüzün ardında saklıdır.
  Belki de daha önce hiç görmediğimiz bir yüzün ardında.
   Hepimiz, farkında olmasak da, o yüzü ararız.
  Kaderimizi değiştirecek, ölümü bile bize sevinçli bir buluşma gibi gösterebilecek o yüzü.
  Öyle bir yüz olmadığını düşünürüz, kaderimizin bir yüzle değişeceğine de inanmayız.
  Ama yine de bakarız bütün yüzlere.
  Geçmiş yangınların alevi aydınlatır her yüzü.
  Aralarından biri bizim aradığımızdır. 
  Hayatı ve ölümü bize başka bir ışığın altında gösterecek olandır.
  Bazıları rastlar o yüze.
  Kaderleri değişir.

Ahmet ALTAN

19 Ekim 2013 Cumartesi

Balık ve Kuş

Bir düşündüren söz daha...

  ''Balık kuşa aşık olabilir, fakat yuvaları neresi olacak?''
Fiddler on the Roof

17 Ekim 2013 Perşembe

Buz Dağı...

            
  
  Bu fotoğraf hep etkilemiştir beni... Her görüşümde de düşündürür aynı zamanda... Hem kendimi hem çevremdeki insanları...
  Hep var içimizde bir yerlerde o kimseye gösteremediklerimiz... Hep sakladığımız kendimize... Bana nedense hep o saklananlar gerçek gelmiştir... Yalansız... O yüzdendir belki de dost dediğin kara günde belli olur dedikleri... Çünkü genelde kontrolsüz zamanlarımızda çıkar o görünmeyen buz dağı... Mesela bir insanla kavga edin... Ya da kıskandırın onu... Anında çıkıverir o bütün tuttukları, gizledikleri... O yüzden ben biraz korkarım o herkesin yüzüne gülenlerden... Çünkü en çok onlar saklar bana göre... En çok onlar şaşırtır beni... O yüzden kusurlarımı yüzüme vuranlar daha gerçektir bana göre... Daha dost...

...

  Bir kaç saat öncesinde sinir krizi geçiren ben şu an hiçbir şey hissetmiyorum... Bu iyi birşey mi hiç bilmiyorum... Hissizim şu an bildiğin... Herhalde herşeyi boşaltınca kalmıyor geriye birşey...
  Atmamak gerek demek herşeyi yoksa büyük patlamalar olabiliyor hayatınızda... O büyük patlamanın ardındaki o sessizlikteyim şu an bende... Bir sonrakine kadar...

14 Ekim 2013 Pazartesi

Aşka ve Terke Dair...

  ''Ya sev, ya terk et''

  Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında...
  En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.
  Gözyaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bi bayrak...
  Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz:
  ''Ölmek var, dönmek yok''tur.
  Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını...
  Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya... Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz: 
  'Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa...' 
  Başkalarını örnek göstermeye, 'Bak onlar nasıl yaşıyor' demeye başlarsınız.
  Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. 'Eskiden böyle miydi ya...' diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından...
  Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz.
  O, sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür. 
  ''Ya sev böyle ya da terk et' diye gürler...
  Bir zamanlar bir gülücüğü ile alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze...
  Zehir akar dilinden; konuşturmaz, suçlar,yargılar, mahkum eder.
  Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden...
  'İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için...' dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşayamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz.
  İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek terk edersiniz...
  'Madem öyle...'nin çağı başlar ondan sonra...
  Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde 'günah sizden gitmiştir.'
  Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz.
  Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece...
  Daha özgür olacağınız limanlara demirlersiniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş,kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini...
  Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...
  Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla...
  'Bana ne... kendi seçimi' diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre...
  Ama sonra... ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden...
  Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi. yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi...
  Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye...
  Dönüp 'Seni hala seviyorum' diye bağırmak geçer içinizden...
  Dönemezsiniz.
  Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.
  Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz...
  Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem 'Ne olacak sonunda' kuşkusu...
  Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz...
  Sürünür gidersiniz.
Can DÜNDAR

Biz birbirimizin hiçbir şeyi...

  Hafızamızın bizden bağımsız bir hayat sürdüğünden şüpheleniyorum bazen; kaybolduğunu sandığımız nice anı, nice çehre, söz, cümle, yazı,kendi derinliğiyle bulanıklaşmış kanalların içinde varlıklarını sürdürerek yüzüp duruyor; sonra birden, neredeyse ilk günkü kadar taze ve parlak olarak beliriveriyor; o zamana kadar niye saklanmışlardı ve o gün ortaya niye çıktılar, bunu hiç bilemiyoruz.
  Geçenlerde, her mevsimden kendinde bir şeyler taşıyan kararsız bir sabah vakti, beyaz yelkenler gibi şişen bulutlarla çocuksu bir güneşin yaşadığı saklambacın bir yağmura mı, yoksa ılık bir güne mi döneceğini kestirmeye çalışarak, uzaktan kremalı bir pasta gibi gözüken uçuk sarıya boyanmış konağa yaklaşırken, Goethe'nin Frau von Stein'a yazdığı bir ayrılık mektubundan bir satır, görünürde kendisini çağıran hiç kimse olmadığı halde çıkıp geliverdi.
  'Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık, ama herşeyi olduk' diye yazmıştı Alman şiirin Zeus'u.
  'Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık...'
  Bu kısa mektubun tümünü okumak için duyduğum ani istekle hemen eve dönüp Goethe'nin Mektupları'nı çıkardım.
  Kendisinden yedi yaş büyük olan, evli ve dört çocuk sahibi soylu kadına bu mektubu yazdığında Goethe yirmi yedi yaşındaydı, bütün hayatını geçireceği ve 'Ben Weimarlı bir dünya vatandaşıyım' diyeceği Weimar'a geleli henüz bir yıl olmuştu.
  Daha o yaşında, çok az yazara nasip olmuş olağanüstü bir şöhretin tadını çıkarıyordu; yirmi altı yaşındayken yazdığı 'Genç Werther'in Acıları' yalnızca Almanya'da değil bütün Avrupa'da büyük ilgi görmüş, kıtanın hemen hemen her yanında gençler Werther gibi giyinip Werther gibi konuşmaya, Werther gibi ölmeye başlamışlardı. Sokaklarda, Werherin kitapta anlatılan kıyafetine bürünmüş, altın düğmeli frak, sarı pantolon, fırfırlı beyaz gömlek giymiş binlerce genç dolaşıyordu.
  Goethe'nin bu kitabında, çok yakın bir arkadaşının sevgilisi olan Charlotte Buff'a duyduğu aşkı ve bu imkansız aşk nedeniyle çektiği acıları çok içten anlattığı için gençleri bu kadar etkilediği söyleniyordu.
  Sonunda çareyi tutkuyla sevdiği kadının yanından kaçmakta ve duygularını yazıp kurtulmakta bulmuştu.
  O büyük aşkın ertsinde rastlamıştı bir başka Charlotte'a.
  Charlotte von Stein, zarafeti ve etkileyici kültürüyle bağlamıştı genç yazarı kendisine.
  Zor bir ilişkileri vardı.
  Sık sık yaptıkları kavgalardan birinde Goethe işte o mektubu yazmıştı.
  ''Neden sana acı çektiriyorum sevgilim? Neden hep, ya sana acı çektirmek ya da kendi kendimi aldatlakla geçiyor günler? Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık, ama herşeyi olduk... Seni artık görmeyeceğim. Yıldızları nasıl seyrediyorsam, bundan böyle sana da öyle bakacağım demek.''
  İnsana ait bütün duyguları şiirlerinde ve yazılarında anlatan Goethe, sanki anlattıklarını daha iyi bilebilsin diye Tanrı'nın kendisine bağışladığı bütün çelişkileri ruhunda barındıran bir yazardı ve elbette ki bir aşk ilişkisini tek bir mektupla bitirebilcek birisi değildi.
  İlişkileri, Goethe çok daha genç, ama çok daha basit bir kıza aşık olup onunla evlenene ve von Stein'ı ''Cenazemi onun evinin önünden geçirmeyin'' dedirtecek ölçüde kızdırana kadar uzun yıllar sürdü.
  'Birbirlerinin hiçbir şeyi olmayacakken herşeyi olmaya' devam ettiler.
  Hem çok sevdiği hem çok beğendiği biriyle 'onun hiçbir şeyi olmamak' üzere yola çıkıp onun herşeyi olmaya varmak kabul edilmeli ki, insanın ilgisini çeken bir macera.
  Hele bunun 'birbirlerinin herşeyi olmak için yola çıkıp birbirlerinin hiçbir şeyi olan' insanların çoğunlukta bulunduğu bir dünyada yaşandığını düşünürseniz, daha baştan 'birbirlerinin hiçbir şeyi olmamaya' karar vermenin sihrinin etkisinden pek kurtulamazsınız.
  ''Sen benim hiçbir şeyim olmayacaksın ve ben senin hiçbir şeyin olmayacağım'' deyişindeki korkunç vazgeçiş, hep biraz uzakta kalıp aradaki bağın, kararlarla, sözlerle, açıklamalarla, nikah kağıtlarına atılan imzalarla, birbirinin sahibi olabilmek için duyulan isteklerle değil de yalnızca karşısındakine hissedilen sevgiyle sürebileceğine olan muhteşem inanç, bir aşkı bir buçuk asır sonrada hatırlanır kılıyor elbet.
  'Ben senin herşeyin olacağım' açgözlülüğü, sevdiğin insanı kendi varlığınla sarıp dünyadan kopartarak, yalnızca kendine ait, başkalarının girmeyeceğinden emin olduğun bir kapalı bahçe haline getirme arzusunun boğuculuğu, kimse kimsenin 'her şeyi olamayacağından' sonunda insanı sıkıntıyla bunaltarak, karşısındakinin 'hiçbir şeyi olmama' isteğine sürüklüyor herhalde.
  Tersine bir yolculuk varmış gibi gözüküyor.
  Hiçbir şeyi olmamakla başlarsan, o geniş özgürlük meralarından 'her şeyi olmaya' ulaşabiliyorsun.
  Her şeyi olmaktan başlarsan, kısa zamanda gideceğin yer 'hiçbir şeyi' olmamak oluyor.
  Hiçbir şeyden başlayan macera artarak, çoğalarak, genişleyerek büyüyor.
  Her şeyden başlayan ise sürekli eksilmeye, azalmaya, sonunda yok olmaya mahkum gözüküyor.
  'Birbirlerinin her şeyi olmak', gelip bir sınıra dayanmanın, her türlü hareketten , kıpırtıdan yoksun iki kişilik bir hapishanenin temellerini atmanın parolasına dnüyor.
  Sanırım, yeryüzünde birbirini seven hiç kimse 'birbirinin hiçbir şeyi' ya da 'birbirinin her şeyi' olmayı becerememiştir, ikisi de imkansızdır çünkü.
  Birbirinizi seviyorsanız 'birbirinizin hiçbir şeyi' olarak kalamazsınız; sevgi hareket eder, yürümek, ilerlemek, 'her şeyi olmaya2 doğru hitmek ister; sonunda 'her şeyi olursanız', ondan sonrası bir ayrılık mektubudur ya da daha fenası, bir sıkıntı ve kaçış.
  Ama yine de bu uzun yürüyüşte unutulmayacak epeyce haz ve acı derlersiniz.
  Her şeyi olma arzusu ise, daha sevgi başlarken onun yürüyeceği yolları keseceğinden, sıkıntı, yaşanabilecek bir çok haz daha yaşanmadan gelir, vurur sizi.
  Goethe 'hiçbir şeyi olmamayı' ve 'her şey olmayı' daha yirmi yedi yaşında keşfetmiştir; daha sonra hayatı aşkta ve edebiyatta hep bu iki şeyi keşfederek geçti.
  Yirmi altısında parlak bir şöhretle taçlanırken kırkında onu derinden yaralayan büyük bir başarısızlığı, okuyucuların kendisini terk edişini, sekseninde ise gelmiş geçmiş en büyük şair ilan edilişini gördü.
  Yirmi yedisinde sevdiği kadının 'hiçbir şeyi' olmamayı isterken, yetmiş dördünde, karısı öldükten sonra aşık olduğu on dokuz yaşındaki bir kızın 'her şeyi' olmayı isteyerk evlenme teklif edip reddedildi.
  'Biz birbirimizin hiçbir şeyiydik' diyen serazat çocuk, 'her şeyi olmak' istediği kadın tarafından reddedildiği için arabasında ağlayarak evine dönen adamın acısını da yaşadı.
  Yazarken 'her şeyi' bilen bir yazardı, yaşarken 'hiçbir şey' ona mutluluğun nasıl ele geçirilebileceğini öğretemedi.
  Hiçbir şey ve her şey, hepimiz gibi onun da hayatını altüst etti.

Ahmet ALTAN - Kristal Denizaltı

13 Ekim 2013 Pazar

'Ben'cillik Günüm... 'Have a nice selfish day...'

  Bugünü kendime verdim... Bol bol tembellik ve bencillik yapacağım bugün...
  Şunu farkettim artık... O kadar çok koşuşturma varki hayatımızda... Sürekli bir yere yetişme telaşı, sürekli birşeyleri tamamlama duygusu ve sürekli dinlenmeyi erteleme... Bazen şöyle derin ve rahat bir 'nefes' bile alamadığımı anladım... 
  O yüzden bugün benim hayattan nefes alma günüm... Hiç telaş etmeden yaşamak istiyorum bugünümü... O sürekli erteleyip zaman bulamadığım şeyleri yapmak istiyorum... Mesela bugün hiçbir şey düşünmek istemiyorum... Biraz kendimi hayatın kendisine bırakmak istiyorum...
  Ayrıca bugün sadece 'ben' varım... Bugün herşeyi ama herşeyi sadece kendim için yapacağım... Ben öyle istediğim için...
  Ne mi yapacağım bugün??? 
  12'ye kadar uyudum mesela bugün... Sonra 2'de kendime çok güzel bir kahvaltı hazırladım... Ve şimdi de sürekli o erteleyip durdurduğum bir türlü izlemeye fırsat bulamadığım filmleri izleyeceğim hiç kalkmadan... Hiçbir şey düşünmeden... 
  Size de tavsiye ederim... Çünkü hayatta hiçbir şey bizden, 'kendi'mizden daha değerli değil... Ben bunu anladım bugün...

7 Ekim 2013 Pazartesi

Bir Dost...

  Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...
  'Nereden çıktın bu vakitte?' dememeli, bir geceyarısı telaşla yataktan fırladığında;
  'Gözünün dilini' bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...
  Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.
  Kucaklamalı seni güvenli kolları...
  ... Dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...
  En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz..
  Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.
  Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli.
  Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona övdüğünde de, sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin, 'hak ettim' diyebilmelisin.
  Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegâne şahidi...
   Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş...
  Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin.
  Ve sen ağladığında, onun gözünden gelmeli yaş...
               Can DÜNDAR

  İçimden geçenleri tam olarak anlattığını düşündüğüm bir yazısı bu Can DÜNDAR'ın.. O yüzden biraz tembellik yapıp alıntı yaptım buraya...
  Beni bilen bilir çok kolay bir insan değilim.. Kimi zaman baya delirtirim karşımdakini.. Çok huysuz çok çekilmez olurum.. Annem bile bıkmış artık siz düşünün.. Kendi halime bırakıyor beni, bekliyor.. 
  Sonra çok gösteremem öyle sevgimi.. Seni seviyorum demek bile çok zor benim için.. Sonra öpmek birini içten.. Annem çok hasret bu yüzden kızının sevgisine.. Mesela kardeşim zorla öper beni.. Ben öptürmemek için uğraşırım o da öpmek.. Bazen kavga bile ediyoruz bu yüzden.. Bu konuda babama çekmişim sanırım o yüzden onla yaşamam bu sorunu.. Ne o öper beni ne de ben onu.. Neyse..  Farkındayım aslında herşeyin fakat içimden gelmez göstermek.. Hep tutar beni birşey.. Birazda bu yüzden zorumdur ben.. Hep bir sert.. 
  Dedim ya çekilmezim kimi zaman.. Ama yukarıda bahsedilen dostlar gibi dostlarım var benim.. Bu çekilmez beni bile çekecek kadar sabırlı dostlar.. Ben sevgimi gösteremesem bile daima sevgilerini yanıbaşımda hissettiğim dostlarım.. 
  Bazen sormuyor değilim kendime.. Ben bile zor çekerken kendimi başka biri nasıl çekiyor beni? Baya şanslı olmalıyım haa ne dersiniz???
  Neyse sevgili arkadaşlarım (onlar kendilerini çok iyi bilirler) belki de görüp görebileceğiniz en samimi yazım bu sizin için.. Bir daha bu kadar bırakabilir miyim kendimi hiç bilmiyorum..
  Ha bu arada ben hala aynı huysuz, çekilmez Ecem.. :)))
  

5 Ekim 2013 Cumartesi

Hatıralar...

  Geçmişle alakalı bir tek hisler kalır bana göre.. Önce sesler çok sonra görüntüler gider.. Ama o anda ne hissettiğini hiç unutmazsın mesela.. An be an yaşarsın tekrardan.. Ya mutluluktan uçarsın ya da depresyonun dibine vurursun.. Ama hep hissedersin..
  Bir de kötü hatıralar çok kalmazmış hafızada.. Yani siz istemeseniz bile silermiş beyin.. İyi hatıralar kalırmış hep.. Çünkü insanlar pek hatırlamak istemezler kötülükleri.. Hayal kırıklıklarını, ihanetleri, ölümleri.. Çok can yakar çünkü çok acıtır.. Cesaret ister biraz da bu yüzden..
  Benimde var hayal kırıklıklarım.. Yediğim kazıklar dost dediklerimden.. Sonra ölümler.. Söylerken bile tüylerini diken diken eden o kelime; kaçınılmaz son.. Aşk acıları.. Düşündükçe hissederim hala o anda yaşadıklarımı.. O anda dinlediğim müziği bile daha sonra dinlediğimde aynen hissederim.. O yüzden şarkıların bile bir anlamı var bende bir hatırası..
  Dedim ya insanlar daha çabuk silermiş kötü hatıraları... O yüzden iyiler daha çoktur hep.. İlk aşk mesela... İlk sevgililik.. İ̇lk elele tutuşma.. Sonu ne kadar kötü biterse bitsin hiçbir zaman unutulmaz o heyecan.. An be an hissedilir yüzde bir tebessümle.. Bazen bir fotoğraf bazen bir şarkı anında döndürür sizi o zamanlara.. Kötü hatıralara nazaran daha çok döneriz iyilere..
  Yoksa nasıl çekilirdi bu hayat..

???

  Hani çok mutlusunuzdur sonra bir anda birşey olur ve hayat derki size yokk sen mutlu olamazsın.. Tak çıkarır karşınıza... Adeta yüzünüze çarptırarak gösterir size...
  Açıkçası şu an neden böyle hissediyorum bende tam bilmiyorum.. Belki isyanımdır artık hayata... Neden neden neden???
  Nedir bu şanssızlık? Neden vuruyorsun bunu yüzüme artık??? Neden çıkarıyorsun karşıma? Neden böyle kötü hissediyorum kendimi ben? Hiçbir şey olmamasına rağmen arada nedir bu mutsuzluk??? Anlam veremiyorum artık kendime.. Boşluktan mı bütün bunlar.. Başka şeyler mi var benim çözemediğim.. Keşke emin olabilsem evet yapacağım o zaman.. 
  Neden bu kadar yoğun çekim hissediyorum hiçbir şey yaşanmamasına rağmen??? Neden kıskanıyorum içten içe mesela? Peki ya yakalanan o bakışlar.. Bende mi sorun?? Ben kendim mi kuruyorum tüm bunları?? Olmayan şeyleri mi oldurmaya çalışıyorum??? Niye emin olamıyorum? 
  Off off Ecem... Salaksın sen.. Koskocaman bir SALAK..

1 Ekim 2013 Salı

Çok Aşık..

  Normalde pek bu saatlerde bağlamam duygusallığa ama indirmek için dinlediğim şarkıda takılı kaldım yine.. Kaç kere dinledim şu an ve daha kaç kere daha dinlerim bilmiyorum.. Ama sözler ve müziği o kadar güzelki.. Akustik şarkıları hep severim zaten ama bunun akustik versiyonu ayrı sanırım.. Bu kadar çok dinleyince burda da paylaşmak istedim.. Keşke en derinden hissedebilsem şu an bu şarkıyı..

   Pinhani - Çok Aşık

  Herşeyi silip atmak yok saymak unutmak var..
  İntikam çok sinsice aşkın kucağında saklanır yakar..
  İçimdeki kötü fısıldar 'acıt acıtabildiğin kadar' kanar..
  Ben insan değilmişim mutlu edemezmişim seni
  Zamansız gidermişim yarım bırakırmışım
  Sonları hiç sevmezmişim..
  Ama ben çoookk çookkk çoookkk aşığım sana...
  Aşığım..

  Önce fikrin düşer boğar gecemi sorulara
  Hiç mi gelmez içinden huzur ne gerek var bu kavgalara..
  Affetmek aşkın içinde var gururun gardını kollar
  Gururum delik deşiktir sana sana sana..
  Ben insan değilmişim mutlu edemezmişim seni
  Zamansız gidermişim yarım bırakırmışım
  Ve asla yetinmezmişim..
  Ama ben çoookk çookkk çoookkk aşığım sana...
  Aşığım...