30 Aralık 2013 Pazartesi

Aşk Yarası...

  Radyo dinlemeyi çok severim ben... O böyle habersiz çıkan şarkılar hep daha ayrı bir mutlu eder beni... Bir de radyoda eski şarkılar çalarsa değmeyin keyfime... Bugün yine radyo dinlerken çok sevdiğim program başladı... 70ler, 80ler, 90lar... O muhteşem eski şarkılar, muhteşem sesler... Eh haliyle mest olmuş bir ecem var şu an... Bu geceden benimde ilk kez duyduğum bir şarkı daha çok etkiledi beni... O kadar anlamlı ki sözleri... Burada paylaşmadan duramadım... Belki benim gibi seviyorsanız o eski güzel şarkıları; Program pazarları 21.00-23.00 arası joytürk'te...


  Burcu Güneş - Aşk Yarası 

Yar yüreğinden bir haberim
Bir ışık olsan farkederim
Yar benim olsan kim duyacak
Kim görecek ya da kim bilecek
Yar gel geleceksen tam sırası
Aç yüreğimden gir içeri 
Ah kanıyorken aşk yarası 
Sen saramazsan kim saracak?



26 Aralık 2013 Perşembe

Yani Olmuyor...

  Bazı şarkılar vardır böyle her zaman dinlenmez... Onlar yalnızlığı, karanlığı, hüznü severler...  O kadar yoğundur ki o şarkılar ancak o anlarda anlaşılır değerleri... Ancak o zamanlarda gerçekten hissedilir... Çok sevsemde o şarkıları, mutlu olduğum zamanlarda pek tahammül edemem... Çok düşürür enerjimi... O yüzden ne zaman bir yalnızlık bir karanlık görürsem işte o zaman sarılırım bende o şarkılara... 
  O şarkılardan birini paylaşacağım burada... En sevdiklerimden...
   
  Fırat Tanış - Yani Olmuyor
  Yani olmuyor, olmuyor istesem de 
  Kimse gelmiyor beklesem de 
  Yani olmuyor, olmuyor istesem de
  Kimse gelmiyor...

15 Aralık 2013 Pazar

...

  Herkesin,
  Bir umudu vardır,
  Bir savaşı,
  Bir kaybedişi,
  Bir acısı,
  Bir yalnızlığı,
  Bir hüznü...
  Çünkü;
  Herkesin bir gideni vardır.
  İçinden bir türlü uğurlayamadığı.

7 Aralık 2013 Cumartesi

Bu Hafta...

  Bu hafta herşeyiyle belki de yaşadığım en yoğun ve unutulmaz haftaydı...
  Bu sözleri görünce süper bir hafta geçirdiğimi düşünebilirsiniz... Fakat ne yazık ki geçirdiğim en kötü haftalardandı...
  Bu hafta; hayatımın en büyük şokunu yaşadım... Hiç ağlamadığım kadar ağladım... Yine büyük bir hayal kırıklığına uğradım... Ve salya sümük hasta oldum... Ki ben çok hasta olan bir insan değilimdir...
  Neyse bu kadar üstüste gelen olaylar içerisinde en çok etkileyeni tabiki ilk yazdıklarım...
  Yaşadığım şok; halamın son evre kanser olduğunu öğrenmem ve bana yüzüme baka baka onun öleceğinin söylenmesi...
  Şu an bunu okuyan hiç kimse başına gelmeden kesinlikle beni anlayamayacak... Çünkü bende anlayamazdım... Etrafımda duyardım işte filancı kanser olmuş şu kadar ömrü kalmış, yok işte vefat etmiş... Evet üzülüyorsunuz fakat geçiyor bir iki gün sonra aklınıza dahi gelmiyor... Ya da hastaneye gittiğimizde hocalarımız gösteriyor kanser hastalarını biz sadece orada aa ne kadar ilginç deyip ilgilenmek ile yetiniyoruz... Öğle yemeğinde konuşulacak değişik konular çıkıyor o kadar...
  Hiçbirimiz o hastanın yaşadığı acıyı hissetmiyoruz... O acıya hastanın yakınları kadar şahit olmuyoruz... O çaresizliği yaşamıyoruz... En yakınınız orada acı çekerken öyle orada onu izlemenin ne kadar büyük bir çaresizlik olduğunu bilmiyoruz...
  Ya da bilmiyordum... Ben bu hafta yüzüme bir tokat gibi öğrendim bunları... Birinin gözünün içine bakarken onun öleceğini düşündüm... Onun nasıl bu kadar habersiz olduğunu gördüm... Hayat sanki kötü bir oyun oynuyordu bana... Karşımda sadece bacak ağrısı olan ve sapasağlam duran halamın öleceğini düşünmenin başka bir açıklaması yoktu çünkü... Onsuz bir hayatı düşünmek, geçmiş zamana yanmak... Ve elinden hiçbirşey gelmemesi o orada ağrıdan kıvranırken...
  Ben ilk defa bu kadar yakınım olan birini kaybedeceğimi düşündüm... Bütün kaybettiklerim hep uzaktı bana... Onlarla çok şey paylaşmamıştım... Hep daha bir yabancıydı... Fakat şimdi gözümün önünde eriyen halamdı ya halam... Doktorların bana ömrünü uzatmaktan bahsettiği halam... Gözlerinin içine baka baka yalan söylediğim halam...
  Evet bu hafta belki de benim doktor olmadan önce hasta olabileceğimi düşündüğüm ve bir tokat gibi hayatımın ilk kötü haberini aldığım haftamdı...
  Hani saymıştım ya bu hafta yaşadığım diğer kötü şeyleri... Emin olun bunların yanında onlar ancak tatlı olabilir...

1 Aralık 2013 Pazar

Sıradan bir kadın

 Sıra dışı kadınları hemen fark edersiniz, onları sıradandan ayıran özellikleri, zekaları, güzellikleri, isyankarlıkları, bilgileri, yetenekleri derhal dikkatinizi çeker ve onlar kendilerini sıra dışı yapan özellikleriyle hemen genel bir tanımın içine girerler: Zeki kadın, güzel kadın, yetenekli kadın...
  Ve çoğunlukla sıra dışı kadınlar birbirlerine benzerler.
  Güzel kadınlar diğer güzel kadınlarla, yetenekli kadınlar diğer yetenekli kadınlarla, zeki kadınlar diğer zeki kadınlarla aşağı yukarı ortak özelliklere sahiptir.
  Erkeklerin dikkatleri bu sıra dışı kadınlara yöneldiğinden onlar hakkında çok konuşulmuş, çok yazılmış, çok düşünülmüştür.
  Onlarla ilgili çok bilgi vardır hafızalarımızda. Tanınması ve anlaşılması en zor gözüken kadınlar, çok fazla merak uyandırdıklarından ve çok incelendiklerinden çabuk tanınır olmuşlardır, duygusal radarlarınız onları hemen saptar, koordinatlarını belirler ve onları bir yere yerleştirir.
  Bu yüzden de birçok filmde ve romanda 'tehlikeli' kadınlar olarak gösterilen kadınlar aslında tehlikeli değildirler.
  Çok karmaşık bir bilgisayara benzerler, ama 'prospektüsleri' çok ayrıntılı yazıldığından tuşlarının nerelerde olduğunu rahat bulursunuz.
  Ama ya sıradan kadınlar...
  İşte onlar başka bir cinstir.
  Hepsi birbirine benzer görünüşte; dikkati çekmezler, kimse onlarla fazla ilgilenmemiş, kimse onları tanımaya uğraşmamıştır, haklarındaki bilgi çok azdır. Çok kalabalıktırlar ve büyük bir kalabalığın tanınmayan ve bilinmeyen bir parçası olmanın yarattığı karanlığın arkasında hepsi kendine has ayrı bir hayat ve kişilik geliştirmiştir.
  Hayatta aradıkları tatmini kendilerinde bulamamışlardır.
  Kendi güzellikleriyle, kendi yetenekleriyle, kendi zekalarıyla tatmin olmamışlardır.
  Onlar tatmini yaşamın içinde ararlar ve sıra dışı kadınlara kıyasla çok daha fazla yaşam oburudurlar.
  Sıradan kadınların hepsine aynı anda baktığınızda bir sığlık görürsünüz, dikkati çekecek bir derinlik yoktur.
  Ama onlarla tek tek ilgilenirseniz, mucizelerle karşılaşırsınız.
  En azgınca sevişenler onların arasından çıkar; en beklenmedik ihanetlerin tadını çıkaranlar, gizli kalacağına emin olduklarında şehvete kendilerini en rahat bırakanlar onlardır; öfkelerini cinayete kadar vardıracak gözü karalık onlardadır; ruhlarını en zor onlar ele verir. En masum duranından ansızın en şuh kahkahayı duyarsınız.
  Kuşkudan en uzak gözükeninin hayatını büyüteç altına aldığınızda karanlık boşluklara rastlarsınız.
  Erkeklerle gizli gizli en fazla alay edenler onlardır.
  Sıra dışı kadınlar erkekleri genellikle bir 'rakip' gibi gördükleri halde onlar erkekleri zavallı bir 'av' gibi görürler.
  Erkeklerle dövüşmezler o yüzden, kendi tuzaklarını kurup sessizce bekleyerek avlarlar onları.
  Dövüşecek kadar ciddiye almazlar erkekleri, erkeklerle dövüşen kadınları da o yüzden küçümserler.
  Sıra dışı bir kadın bir erkeğe aşık olmadan önce onu yüzlerce 'savaş'tan geçirdiği, zekasını, yeteneğini, bilgisini çeşitli 'muharebelerle' sınadığı halde sıradan bir kadın öyle sessiz ve masum durur. Sonra birden bir volkan gibi infilak ederek aşık oluverir.
  Aşık olmadan seviştiklerinde ise mutlak ve kesin bir şehvet isterler.
  Kocalarında şehvet eksikliğini affetselerde 'aşıklarında' şehvet eksikliğini asla affetmezler.
  Sıra dışı kadınlar büyük gemiler gibi kendi hayatlarının akıntısı içinde zor ve uzun manevralar yaparken, sıradan kadınlar küçük gemiler gibi kolay manevralarla ve süratle bulurlar yollarını.
  Sanırım, erkekleri de sıra dışı kadınlardan daha ini tanırlar.
  Sıra dışı kadınların çoğu dikkatlerinin en azından bir bölümünü kendilerine ve kendi özelliklerine ayırdığı halde sıradan kadınlar bütün dikkatlerini erkeklere yoğunlaştırırlar, her hareketlerini izlerler, usta bir kumarbaz gibi karşısındaki erkeğin davranışlarının ne manaya geldiğini kısa zamanda anlarlar.
  Erkeklerin şifrelerini çözmekte çok mahirdirler. Ama onların şifrelerini çözmek o kadar kolay değildir. 
  Hayatın ve erkeklerin baskısı karşısında kendilerini savunacak güçlü özellikleri olmadığından nerdeyse tümüyle bir karanlığın içine saklanarak kendilerini savunmaya alışmışlardır; içine saklandıkları karanlıkta onları görmek ve tanımak çok zorlaşır.
  Hatta bazen kendileri bile kendilerini çok iyi tanıyamaz.
  Beklenmedik zamanlarda kendilerini bile şaşırtacak şeyler yapabilirler.
  Sıradan kadınları bu kadar esrarengiz yapan da, onların bir hayat boyu biriktirdiklerini nerede, ne zaman, niye yeryüzüne fışkırtacaklarının bilinmemesidir.
  Bir yeraltı suyu gibi akar onlar.
  Yukardan baktığınızda birşey göremezsiniz.
  Karanlıkta geçer hayatları.
  Ve kimseye haber vermeden aniden çıkıverirler toprağın üstüne.
  Sonrada bu gizliliğin, sıradanlığın, saklı olmanın olağanüstü keyfini keşfederler. 'Oynak' olmak sıra dışı kadınların sıradan fantezisiyken, oynaklık sıradan kadınların sıra dışı bir gerçeği olarak beliriverir.
  Sıra dışı bir kadınla bir aşk yaşarken, büyük bir nehirde yüzer gibi, sizi çeken o çağıltılı suyun içinde yüzen ağaç parçalarına, toprağa, kile, taşa rastlarsınız; o büyük nehir sudan başka şeyler de barındırır içinde, ama sıradan bir kadın yeryüzüne çıktığında dokunduğunuz her şey gerçektir, katışıksızdır, saftır, ayıklanması gereken bir şey yoktur.
  Sıradan kadının çekiciliği, suyunun derin olmasında değil, o suyun çok derinden gelmesi ve yeryüzüne arzuyla çıkmasındandır.
  Halbuki kadınlık dünyasının en meçhul ve karanlık bölgesidir orası.
  Eğer sıradan kadınlarla biraz daha yakından ilgilenirseniz, sonunda kaçınılmaz olarak şu cümleyi mırıldanırsınız:
  '' Hangi sıradan kadın sıradandır ki...'' ama bu gerçeği öğrenmek bazen çok pahalıya mal olabilir.
Ahmet ALTAN

Bazen...

  Bazen en büyük öfkeyi en çok sevdiklerimize duyarız.
  Bazen en yakınlarımız en çok acıtır canımızı.
  Bazen en tutkulu aşkla bağlı olduğumuzdan en vahşi intikamı almak isteriz.
  Bazen kendi duygularımızdan bile kuşkuya düşeriz.
  Bazen sevdiğimiz kuşkulandırır bizi.
  Sevgiyi, aşkı, mutluluğu saf ve lekesiz bir biçimde ele geçirmeyi başaramayız.
  Hayat, bütün izlerin birbirine karıştığı ürkütücü bir ormana benzer bazen.
  Böyle zamanlarda bir ses, bir işaret, bir yardım ararız yaşadıklarımızı ve bize yaşatılanları anlayabilmek için.
  Bizim yaşadıklarımızı başka yaşayanlarda var mı merak ederiz.
Ahmet ALTAN

Kelimeler maskelerini çıkarırken...

  Kelimeler, kapıları kanallara açılan görkemli konaklarda verilen eski Venedik balolarına gözalıcı giysileriyle uçuşarak katılan yüzleri maskeli aristokrat genç hanımlar gibi varlıklarını gördüğümüz, ama kimliklerini bilmediğimiz sesler olarak gezinir hayatımızın içinde; yaşamak, sanırım, o kelimelerin taşıdıkları anlamları öğrenmek, en acıklısının bile söylenişinde bir hoppalık bulunan dizelerinin ardında saklanan gerçek duyguları tanımaktır.
  Ölüm kelimesi siyah bir maskeyle, acı kelimesi kızıl bir maskeyle, neşe sözcüğü leylaki bir maskeyle bir sözcükler balosunun içinde, o balonun neşesini kaçırmadan, hatta o baloya bir çeşni katarak yerini alır cümlelerimizde.
  O kelimeleri kullanırken handiyse onların ardında bir duygu yığını olduğunu, bir gerçeğin saklandığını unuturuz.
  Sonra o kelimelerden birisi maskesini çıkartıverir.
  Çok sevdiğimiz bir küçük kızın kötü bir hastalığa yakalandığını duyduğumuzda, 'acı' kelimesinin yüzündeki maske iniverir birden; artık o kelime değildir, o bir duygudur, sözcükler balosunu terk edip maskesinden ve giysilerinden soyunmuş, çırılçıplak bize görünmüştür.
  Bir dahaki sefere ona bir cümlede, cümleye renk katan kızıl maskesiyle rastladığımızda artık onun o çırılçıplak halini hatırlarız.
  Yaşamak budur.
  Kelimelerin arkasına dokunmak, o dokunuşları biriktirmektir.
  Her kelimenin bir gün maskesini indireceğini, ardında saklı olanın bize dokunacağını tedirginlikle ve ümitle beklemektir.
  Mutluluk kelimesiyle defalarca dans eder, yazılardan,cümlelerden oluşmuş binlerce baloda onunla karşılaşır, maskenin ardındakininin ne olduğunu merak ederiz.
  Maskesini en az indirenlerden biridir o.
  Başarı kelimesiyle birlikte balonun en kendini beğenmişi, en kaprislisi, en nazlısı, en saklısıdır.
  Birçok insanın hayatı o kelimelerin maskesiz, soyunmuş halini görmediğinden eksik kalmış, tamamlanamamış, bir bilmece gibi tükenmiştir.
  Kızgınlık maskesini çabuk indirir, çabuk gösterir kendini, onu tanımayan, onu görmeyen, ona dokunmayan yok gibidir.
  Özlem ise maskesini o kadar yavaş indirir ki, soyunuşunun bütün safhalarını anbean yaşar, üstünden çıkardığı her parçayla birlikte ona biraz daha fazla bağlanırız.
  Beklenmedik anlarda maskesini indiren kelimelerden biri ise sevinçtir, birden bir yerden çıkıverir karşınıza, ona çabuk tutulur, ama genellikle çabuk kaybederiz.
  Hayat budur bence, kelimelerin soyunması ve kendilerini bize tanıtmasıdır.
  Tecrübe, her maskenin ardında duranı, daha o maske inmeden tanımaktır.
  Bazılarının ise gerçek yüzünü görmeyi kimse istemez, onları görenler genellikle lanetlilerdir.
 Cinnet ve cinayet, yüzlerini kime gösterirlerse onu mahvederler.
 Aşk, maskesi insin diye en çok beklenendir, indirecekmiş gibi yapar, onu gördüğünü, onu bildiğini sananlar çoktur, ama o kendisini çok az insana çırılçıplak gösterir ve onun maskesinin indiğini görmek aynı anda birçok maskenin de indiğini görmektir.
  Kıskançlık, hiddet, terk ediliş, vahşet, neşe, sevinç, keder, bunların hepsi aşk kelimesinin yanından ayrılmayan sadık nedimeleri gibi onunla birlikte maskelerini bazen teker teker, bazen hep birlikte açıverirler.
  Şehvet ise bizi çoğunlukla yalnız yakalar; onun maskesinin rengi hiçbirine benzemez, ona dokunduğunuz anda sizde değişirsiniz; o maskesinin arkasında bir büyücü saklar, soyunduğunda siz de soyunursunuz; birçok kelimenin ardında saklı olan gerçek dokunduğu ateşi küle çevirirken, o bir külü ateşe çevirebilir.
  Bazen bir kelimenin peşine düşer, bize bir kez yüzünü göstersin, saklandığını bizimle paylaşsın diye onu günlerce, aylarca, yıllarca takip ederiz; derler ki, yeteri kadar kararlı ve uzun takip edersen onların yüzünü görebilirsin, ama hayatını, maskesini indiremediği kelimelerin peşinde kederli bir sürgüne çevirenler olduğu da söylenir.
  Oysa en çok istenen, kelimeler balosundan yalnızca bizim seçtiklerimizin maskesini indirmesi, yalnızca bizim istediklerimizin dokunuşunu bize hissettirmesidir; ancak hayat, kelimelerin manası kadar, maskelerin indirilme sırasının yalnızca bizim irademizle belirlenemeyeceğini de öğrenmektir.
  Dans edip durur kelimeler çevremizde.
  Neredeyse hovardaca katarız onları cümlelerimize, belki de en rahat, en özgür kullandıklarımız henüz maskesinin ardında olanı görmediklerimizdir, bazılarını tanıdıkça telaffuz etmek zorlaşır çünkü.
  Kimi zaman, durup düşünürüz, kaç kelimeyi gerçekten tanıdık, kaç tanesini çırılçıplak gördük diye; bazılarını hiç tanımamış olmaktan sevinir, bazılarını tanımış olmanın bedelinin ne kadar ağır olduğunu hatırlarız.
  Yaşamak, kelimelerin soyunmasıdır.
  Her biri kendince bir biçim, kendince bir renk taşıyan o maskelerin her inişinde hayatımıza bir şeyler katılır; bazılarının katılması birşeyler eksiltir bizden, bazılarının katılması bir şeyler ekler.
  Elbette en dikkatle ve en çok ürkerek izlediğimiz, o kara maskesinin ardındaki ölümdür.
  Bazen, maskesini biraz indirir, bir sevdiğimizi, bir tanıdığımızı kaybettiğimizde onun yüzünü görürüz; çırılçıplak soyunmaz ama gördüğümüz bile yeter bizi altüst etmeye, o maskesini biraz indirdiğinde bile keder, ıstırap, özlem, ayrılık, yalnızlık çırılçıplak soyunurlar.
  Sonra gün gelir, vakit tamam olur; bilmediğimiz, beklemediğimiz, tahmin etmediğimiz bir yerde, bütün maske iner, o kara kelime çırılçıplak soyunup bize sarılır.
  Onu görürüz.
  Öğreniriz..
  Balonun kraliçesi soyunmuş, bütün kelimeler onunla birlikte maskelerini indirip susmuştur.
  Artık her kelimeyi biliyoruzdur, öğrenilecek bir kelime kalmamış, alan bizim için bitmiştir.
  Biz çekiliriz.
  Kelimeler danslarına devam ederler.

Ahmet ALTAN

28 Kasım 2013 Perşembe

...

  Bazı şeyler artık o kadar anlamsız geliyor ki bana... Kendimi ne kadar gereksiz yere üzüyormuşum meğer... Her ne kadar kötü düşünmek istemesem de bazı şeyler insanın yüzüne tokat gibi çarpıyor maalesef... Diyorsun ki sen neye üzülüyorsun bu kadar, neden hırpalıyorsun kendini... Nedir yani senin kendinle derdin bu kadar...
  Bırak ya bırak... Senden daha önemli değil hiçbir şey...

27 Kasım 2013 Çarşamba

Nefes...

  Bu ara kafamda o kadar çok şey varki sanki üstüste geliyor herşey... Sürekli kafamın içinde dönen düşünceler... Sürekli bir yerlere savruluşum...
  Okulum, dersler, arkadaşlarım, duygu durumlarım, ailem...
  Kısaca tüm hayatım...
  Bazen öyle bir oluyor ki sanki nefes alamıyorum... Boğuluyorum... Herşeyi bırakıp kaçmak istiyorum, hiçbirşey düşünmek istemiyorum mesela... Olmuyor... Yüklenen sorumluluklar, insanların beklentisi... Hep birşeyler engelliyor beni... Şu an bu yazıyı yazarken bile bir sürü şey dolanıyor kafamda... Beni bekleyen konular... Diyorum ya rahat bir 'nefes' almak istiyorum artık bu hayatta... Yarını düşünmek istemiyorum mesela... Birşeyleri planlamak istemiyorum... Birisi çeksin çıkarsın beni bu durumdan o düşünsün benim yerime istiyorum... Biraz dinlenmek istiyorum artık yaa... Kimseyi düşünmek 'istemiyorum' artık ben yaa...
  Derin, güzel, rahat bir nefes almak istiyorum hiçbir şey düşünmeden...

19 Kasım 2013 Salı

Aklımızdan geçenler...

  Bazen diyorum ki ya birileri aklımızdan geçenleri duysaydı? Ya o yüzyüze konuştuğum kişi aklımdakileri bilseydi? Ya da biz insanların aklından geçenleri duyabilseydik? Hayat nasıl olurdu acaba?
  Bütün yaşanmamış aşklar, sevgiler, ihanetler hepsi bir bir gün yüzüne çıkardı... O birbirine sevdiğini söyleyemeyenler mutlu huzurlu hayatlarına başlarken, o etrafındakine çok güvenenler ise derin bir karanlığa gömülürlerdi... O yüzden bu alabildiğine yalansız hayat bana hem tehlikeli hem de korkutucu görünüyor...
  Ama diğer yandan benim de çok sevmediğim o sahtecilik, o riyakarlık gidince, sanki herkes birbiri hakkında herşeyi öğrenince, belki daha güzel olur dünya diye düşünmekten de kendimi alamıyorum... Bazen açık açık söylemek geçsede içimden gelenleri maalesef hep bir engel koyuyor hayat önüme... Sevmediğim insanla konuşurken bangır bangır onu sevmediğimi söylesede içim, yüzümün ona hep gülmesi bana en büyük yalan gibi geliyor... Veya sevdiğimi söyleyemediğim insanlar... İşte böyle anlarda keşke diyorum keşke anlayabilseler içimden geçenleri...
  Bu konuyla ilgili Mel Gibson'un çok güzel ve çok komik bir filmi var... Çok uzun yıllar önce izlememe rağmen hala hatırladığım, beni çok düşündüren ve bende izler bırakan bir film... Açıkçası bu akıl okuma olayını ilk kez o filmi izledikten sonra düşünmeye başladım diyebilirim... O yüzden etkisi büyük bende... Biraz gülmek ve düşünmek için izlemeniz tavsiye edilir...
  Filmin konusu :Nick Marshall (Mel Gibson), kendisini tanrının kadınlar için gönderdiği bir hediye olarak görmektedir. Chicago'da reklamcılık yapmakta olan Nick birgün küçük bir kaza geçirir, kadınların gerçekte ne düşündüklerini duymaya başlar. Maço davranışların, kadınların isteği üzerinde olumlu bir etki yaratmadığını öğrenerek ilk şokunu yaşar. 

İş yerinde gelmeyi planladığı pozisyona bir kadın atanır: Darcy. Erkek yiyici olan bu kadın aynı zamanda müthiş bir reklamcıdır. Nick bir derhal bir plan yapar; Yeni patronunun düşünecelerini okuyacak ve o düşünceleri kendisininmiş gibi satacaktır. Ne var ki her şey planladığı gibi gitmez, aşk yolunu keser.



17 Kasım 2013 Pazar

Sevmek mi?.. Sevilmek mi?..

  Arada düşünürüm bu iki kelimeyi. Hangisi daha önemli benim için diye... Birbirine o kadar benzer ki bu iki kelime kimileri için aynıdır belki de. Ama bence her insan için kendileri farkında olmasa da biri daha önce gelir. Ve hep seçimlerini ona göre yaparlar.
  Bu iki kelimeyi arkadaşlarıma da sordum. Hangisi daha önce gelir sizin için diye... Açıkçası çok net cevaplar alamadım. Şunu farkettim insanlar çok düşünmüyorlar bunun üstüne. O yüzden ben sorunca çok net cevaplar da veremiyorlar. Aslında çokta önemli değil onlar için hangisinin önce geldiği... Belki de bu yüzden çokta düşünmüyorlar. Ama bence ilişkilerdeki ana sorun belki de bu.
  Bir arkadaşım cevap olarak Ahmet Batman'ın dizelerini paylaşmış...
   ''Sevmek mi? Sevilmek mi? diye sorma bana.
   İkisi de yalnız başına mutsuz eder.
   İkisi de ayrı ayrı bildiğin keder.
   Çok duydum bu soruyu, neden sorulur, anlamam da pek.
   Sevmek güzeldir, sevilmek de güzel.
   Ayrı ayrı olunca, pek tadı olmaz.
   O yüzden en güzeli severken sevilmek.
   Sevilirken sevebilmek...''

  Bende sonuna kadar katılıyorum bu dizilere. Kesinlikle ikisi ayrı ayrı düşünülemez. Ama bir insan ikisini aynı anda da hissedemez. Mutlaka hep biri önce gelir.
  Peki benim için hangisi önce geliyor? 'Sevilmek' sanırım... Tabi ki de sevmek isterim ama beni çok seven birinin beni ikna etmede çokta zorlanacağını sanmıyorum. Eskiden belki 'sevmek' derdim bende ama sevince daha çok acı çekiyor insan... O yüzden şimdi deli gibi sevilmek ve peşimden koşulmasını istiyorum bencilce... Belki de geçmişte sevdiklerimin intikamıdır bu ha ne dersiniz?
  Başlarda demiştim belki de ilişkilerin bitme sebebi bu diye... Bence insanlar bu konuda birbirini tamamlamalı. Yani biri 'sevilmek'ten hoşlanıyorsa diğeri 'sevmek'ten hoşlanmalı. İkisinin de 'sevilmek'ten hoşlandığını düşünsenize... Bir süre sonra çıkmaza girmeye başlarlar. Sonra kim daha çok seviyor, kim daha çok emek verdi diye hesap yapmalar... O yüzden çokta yabana atılmaması gerekiyor bu konu bana göre.
  Bugünkü kafama taktığım konu buydu... Şimdi ben size soruyorum sizin için hangisi önemli?
  Sevmek mi?
  Sevilmek mi?

5 Kasım 2013 Salı

Beni Anlama...

  Sabahtan beri kafamın içinde sürekli çalan şarkı...

  AŞK incelik ister canım hoyrat olma
  Beni böyle sev değiştirme boşver anlama
  Bir güç savaşı değil bu kendi haline bırak
  Galibi yoktur ki hiç aşk bu unutma...
  Aşk bu aşk olacak
  Sen izin verirsen yaşanacak...


4 Kasım 2013 Pazartesi

Sinir... Haksızlık... Bencillik...

  Bazen gerçekten çok sinirlenebiliyorum... Hatta çok üzücü olaylara ağlamayan ben sinirlenince bir anda sulugöz bir insana bile dönüşebiliyorum... Ki bu benim çok sevmediğim ve bana göre zayıflık göstergesi olan birşey... O yüzden ağladığımda kimsenin yanımda olmasını da istemem... 
  En çok sinirlendiren şey beni yapılan haksızlıklardır sanırım... Özellikle yanlış anlaşılmak ve bunu anlatmaya çalışmak ayrı bir sinir durumu... Ki benim sürekli gün içinde enerji harcadığım bir konu...
   Haksızlıklara dönersek bazen ara ara geçmişin intikamını alıyorum... Her ne kadar bunu yapmak istemesem, unutmak istesemde herşeyi içimden atamıyorum maalesef... Hani birşey boğazınızda düğümlenir ve gitmez ya işte o bazı şeyler mutlaka çıkmak istiyor oradan... Bu konuda hafızamda maalesef iş başında oluyor herşeyi an be an hatırlatarak... 
  Bazen sahip olamadıklarıma sinirleniyorum... Sahip olanlardan acısını çıkararak... Bana göre bu da aslında bana yapılmış bir haksızlık... Belki şu an çok bencilce görülebiliyor fakat aslında hepimiz buna kızmıyor muyuz??? Buna şanssızlık diyoruz hayatta boşver diyoruz... Ama... Hep bir içimizden de 'neden ben değil de o?' demiyor muyuz??? İtiraf edin... 
  Çünkü aslında her ne kadar empati yaptığımızı söylesek de hayatta; bizim için hep 'önce can sonra canan' geliyor... Vee bu artık öyle birşey ki sırf toplum baskısına numaradan hepimiz 'senciliz'... 
  Yok öyle birşey... Kimbilir kaç kere o televizyonda gördüğümüz kötü olaylar bizim başımıza gelmediği için şükrediyoruz... Sırf kendimizi daha çok düşündüğümüz için... O yüzden bunların hepsi birer 'ikiyüzlülük' aslına bakarsanız... Dışarıya gösterilen bir 'sencillik' ve içten içe büyüyen bir 'bencillik'... 
  Utanılmalı mı??? 
  Bilmem... Bana kalırsa doğamız böyle bizim...

2 Kasım 2013 Cumartesi

Hayat...

  Bu ara şunun farkına vardım artık... Hayat; hep bizim kontrolümüzde aslında... Hayatı çekilmez, ulaşılmaz yapanda biziz, güllük gülistan yapan da... 
  Herşey sizin kafanızda bitiyor aslında... Bugün mutluyum dediğinizde gerçekten de mutlu oluyorsunuz mesela... Ya da hayır illa dünyayı başıma yıkacağım dediğinizde de gerçekten yıkıyorsunuz... Sanki biraz da evrene mesaj gönderiyorsunuz ben mutsuz olmak istiyorum beni mutsuz et diye...
  Hayatımızdaki insanları ulaşılmaz yapanda biziz aslında... Haketmedikleri değeri verip tepemize çıkaran da.. Gözümüzde büyüten de... 
  Sanırım bazen küçümsemek gerekiyor hayatı... İnsanları... Yoksa o kadar devleşiyor ki herşey bir süre sonra baş edemeyeceğiniz boyutlara ulaşıyor... 
  Ben böyle durumları küçük bir çocuğun etrafa bakışı gibi düşünüyorum... Herşey ondan büyük ve onun bir yere çıkması birşeyleri alması için sürekli tırmanması ve efor sarfetmesi gerekiyor... Ve çocuk tırmanamadıkça daha da inat ediyor ta ki yorulup artık tırmanamayacak hale gelene kadar... Biraz düşününce bizim de bu hayatta yaptığımız şey aynısı aslında...  Önümüze çıkan engelleri aştıkça güçleniyoruz fakat bazen hem engeller büyüyor hem de bizim gücümüz tükeniyor... İşte o zaman aynı o küçük çocuk gibi ağlıyoruz ve atıveriyoruz kendimizi güvenli kollara... Ama bir de yoksa o güvenli kollar... İşte o zaman başlıyor bizim sınavımız hayatla...
  Benim sevdiğim bir söz var böyle durumlarda... Daha doğrusu bir talimat...
   'Nefes alın hayatta...'
  Şöyle güzel derin bir nefes çekin içinize ve sonra bütün gücünüzle geri verin onu... Yanında tüm sıkıntılarınızla birlikte...

1 Kasım 2013 Cuma

Cesaret...

  Bugün garip bir cesaret ve kendime güven günümdü... Keşke her zaman böyle olabilsem... Bir anda gelen ve neden olduğunu anlamadığım bu cesaret keşke hiç gitmese dedim... Ama biliyorum ki yarın yine başka biri olacağım... 
  Bazen sırf bu yüzden özlerim lise zamanlarımı... O ergenliğin verdiği cesaretle hiç tınlamazdım insanları... Kafamın estiğini yapar, bağıra bağıra konuşur, doyasıya gülerdim... Ahh o günler... 
  Şimdi o arada gelip gidenlerle idare etmek zorundayım... Neyse buna da şükür... Hiç gelmemesinden iyidir ha ne dersiniz???
  Bugüne ait keşkelerim; keşke daha çok gülseydim, keşke daha çok çılgınlık yapsaydım, keşke bazı şeyleri söyleyebilseydim açık açık... Yarın pişman olacağımı bile bile... 
  Bazen gerçekten gerekiyor bu çılgınlıklar... İnsanların atması gerekiyor bazı şeyleri şaşkın gözlerle onu izleyenlere rağmen... O yüzden eğer hala geliyorsa size o cesaret ve güven anları hiç kaçırmadan kullanın doyasıya... Belki bir daha gelmeyebilir...

28 Ekim 2013 Pazartesi

Yolculuklar...

  Yolculukları hep sevmişimdir ben... Kimine göre işkence gibi olan o yollar bana anlam veremediğim bir heyecan,  mutluluk verir... Belki çok fazla yolculuk yapmadığımdan o bıkkınlık derecesine gelmemiş olabilirim... 
  Sanki her yolculukta sonunu bilsem de beni bekleyen sürprizler varmış gibi gelir... Sanki bu sefer farklı şeyler beni bekliyordur... Sanki bambaşka bir hayat sunulacaktır bana... Aslında her yolculuk benim için bir başka umuttur... 
  Bir de yolculuklar düşünmek için en uygun zamanlardır... O uçsuz bucaksız yollarda giderken pek de seçeneğiniz yoktur çünkü... Kulağınızda bir kulaklık, huzur verici bir şarkı ve alabildiğine uzuuun bir yol...
  Yolculuklar o içimizde olan kaçıp gitmedir aslında ne kadar yakın olsa da mesafeler... Herşeyden vazgeçme... Herşeyi bırakıp gitme... 
  Bazen ölümün provasıdır... Geride kalanları düşünerek... Birgün bırakıp gittiğimizde nasıl yaşayacaklarını görmektir... 
  O yüzden severim ben yolculukları... Hem hüzündür... Hem umut...

Bir hayattan bir hayata geçmek...

  ...

  Bir erkeği hayatın içinde kadınlar gezdirir, hayatın katları arasında kadınlar dolaştırır.
  Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz, bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz, esprili bir kadına rastlarsanız espriniz, zeki bir kadına rastlarsanız zekânız gelişir; yeni huysuzluklar, kaprisler, kavga nedenleri, acılar da öğrenirsiniz.
  Ardınızda kalan kadının size öğrettiklerine, yeni kadının öğrettikleri de katılır.
  Her zaman eski kadını anacağınız bir an gelecektir; şimdi size eskimiş gözüken o manzaranın da bir zamanlar sizin için ne kadar yeni olduğunu hatırlayacaksınızdır; bir sevgiliyi değilse bile zaman zaman bir kardeşi özler gibi özleyeceksinizdir onu.
  Bir kadından bir kadına, bir hayattan bir hayata geçerken heyacanınıza daima birazda kırıklık karışır; tuhaf bir kırıklıktır bu, yalnızca erkeklerin bildiği, çocuğunu sokağa bırakmış bir babanınkini andıran sızılı, tuhaf bir vicdan azabı; bugün girdiğiniz bahçenin kapısına onun bahçesinden geçerek geldiğinizi bilmenin huzursuz borçluluğu.
  Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır; Babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir.
  Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür.
  Ve bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat, yanınızdaki kadının terası, manzarası, hayatıdır; hayatın hangi katında durduğunuzu, yanınızdaki kadının durduğu kat belirler.
  Hayatınız, seçtiğiniz kadındır.
  Bir kadın değil bir hayat seçersiniz çünkü.

Ahmet ALTAN 

24 Ekim 2013 Perşembe

Ah bu ben...

  Sözlerinin beni anlattığını düşündüğüm bir şarkı... 
  Mazhar Alanson - Ah Bu Ben 

  Sen beni tanımazsın
  Severim de söylemem 
  Sen beni uzak sanırsın 
  Bilirim söz dinlemem...

  Ah bu ben kendimi nerelere koşsam?
  Saklansam bir yerlerde gizlice ağlasam... 
  Ah bu ben kendimi nerelerde bulsam?
  Çekilsem sahillere hayaller mi kursam???




23 Ekim 2013 Çarşamba

Bir çırpıda...

  Birgün gelir, dünyanın bir yerinde yıllarca senin haberin olmadan yaşamış birine, bütün hayatını anlatmak istersin...
Murathan Mungan

  İşte bir çarpıcı söz daha... Bu sözü bir arkadaşım paylaştığında öylece kalakalmıştım... Dedim ki 'evet ya belki de en çok istediğim şey bu hayatta...' Birinin hiç sorgulamadan, hiç yargılamadan seni dinlemesi... Ona bir çırpıda tüm hayatını anlatmak... Düşüncesi bile kimi zaman rahatlatır beni... Sanki bütün dertlerim, sıkıntılarım, streslerim bir çırpıda bitecek gibi... Sanki o içimde patlayan volkanlar artık akacak... Bir denize varıp soğuyacak... Ve ben artık başka yerlere göç edeceğim... 
  Dedim ya düşüncesi bile rahatlatır... 
  Bakalım... Kimbilir bulurum belki o dünyanın herhangi bir yerinde yaşayanı... Çeker alır belki tüm sıkıntılarımı...

Bazı sözler...

  Müziği duymayanlar, dans edenleri görünce, deli sanırlar...
Nietzsche

 Bu sözünde ayrı bir yeri var bende... Bilemiyorum... Hani bazı sözler vardır ya duyduğunuzda öylece kalırsınız... Sanki bunca zamandır yaşadığınızı bir çırpıda anlatıverir... İşte benim için öyle sözlerden biridir bu... Ve böyle sözleri duyduğumda öyle kaybetmek istemem kolayca... Tıpkı bir define avcısının hazinesini bulması gibi sımsıkı sarılırım ona... 
  Şimdiye kadar ki o sarıldığım sözler olmuş 3-4 sayfa kadar... Bakalım gelir mi devamı... Umutluyum ben...
  O biriktirdiğim güzel sözlerden ara ara buraya yazmak istedim... Belki tıpkı benim gibi sarılmak isteyenler olur diye...

...

  Bulunamayan yerleri bulmak için önce kaybolmak gerekir...

Alev...

  Doymak bilmeyen bir alev gibi kendimi yakıyor ve kemiriyorum... Tuttuduğum ateş, bıraktığım kor oluyor... 
Nietzsche

22 Ekim 2013 Salı

Radyo...

  Bugünlerde radyokolik oldum sanırım.. Açıkçası bugünlerde benim için huzur; radyoda çalan o habersiz şarkılar.. Hele bir de eski şarkılar çalarsa benden mutlusu yok... 
  Kendimi o şarkıların akışına bırakmak.. Sadece anlattıkları hikayelere dalıp gitmek... Hiçbir şey düşünmemek... Daha ne istenir ki? 
  Burayı da atlamamak lazım tabi... Bir yandan çalan radyom bir yandan buraya yazmanın rahatlığı... Kendimi rahatça anlatmak... Bıraksalar keşke beni hep böyle... Hiç dokunmasalar... 
  O zaman kapanışı şimdi çalan şarkıyla yapalım... Çok sevdiğim biri ve çok güzel şarkısı... Ve de nostalji biraz... 
  Candan Erçetin - Elbette...
  Elbette bugün ağlıyorsam yarın güleceğim...



21 Ekim 2013 Pazartesi

Yüzler ve Kaderimiz...

  Kendi kaderimizin bazen bir başka insanın yüzünün ardında saklanmış olabileceğini, rastlayacağımız bir yüzün bütün geleceğimizi değiştirebileceğini, böyle bir ihtimalin hayatımızın bir köşesinde saklandığını bilmek, sanırım, çoğunlukla durağan olan günlerimize, hiçbir zaman yaşayamayacağımıza inandığımız ama her zaman da yaşanabileceğinden kuşkulandığınız, ancak yalnız başımıza hayal kurarken gizlendiği yerden çıkartıp üstündeki tozlarını silkeleyip parlatarak seyrettiğimiz bir heyecan ekler.
  Bir insan vardır bir yerlerde, belki de bugüne dek hiç görmediğimiz, hiç bilmediğimiz biri ve bir gün ona rastladığımızda, çevremizdeki hiç kimse ondan etkilenmezken, biz onların görmediği bir şeyi görüp o gördüğümüz şey her ne ise ondan bir daha ayrılamayacağımıza karar vererek, onun peşine düşüp bizi nereye götüreceğini bilmediğimiz çılgın bir yolda koşmaya başlayacağızdır.
  Böyle bir olay olmayacaktır, o yüz bizim hayatımızda gözükmeyecektir, buna inanırız.
  Ama böyle bir olayın olabileceği ihtimalinin, hayallerimizin kandillerini yakan ışığını da içimizde hiç söndürmeyiz.
  Ve böyle olaylar olur.
  Aşk dediğimiz ve aşık olmadığımız zamanlarda bize gerçeküstü gözüken efsanenin, yüzünü saklayan uzun peleriniyle aramızda dolaşıp durmasını da daha önceden yaşanmış hikayeler sağlar.
  Biliriz ki birileri bunları yaşamıştır.
  Onların yaşadığı yangınların alevlerinden tutuştururuz zaten bizde hayallerimizin çırasını, her yangından bizim payımıza da biraz ateşle biraz ışık düşer.

  .....

  Bir insanın bir başka insanı kendi hayatından bile çok sevmesini sağlayan ve gücüyle herkesi hem ürpertip hem de kendine çeken o tuhaf kudret, varlığını kanıtlayacak bir hikayeyi daha ekledi dağarcığına.
  Kaderimiz bazen bir başka yüzün ardında saklıdır.
  Belki de daha önce hiç görmediğimiz bir yüzün ardında.
   Hepimiz, farkında olmasak da, o yüzü ararız.
  Kaderimizi değiştirecek, ölümü bile bize sevinçli bir buluşma gibi gösterebilecek o yüzü.
  Öyle bir yüz olmadığını düşünürüz, kaderimizin bir yüzle değişeceğine de inanmayız.
  Ama yine de bakarız bütün yüzlere.
  Geçmiş yangınların alevi aydınlatır her yüzü.
  Aralarından biri bizim aradığımızdır. 
  Hayatı ve ölümü bize başka bir ışığın altında gösterecek olandır.
  Bazıları rastlar o yüze.
  Kaderleri değişir.

Ahmet ALTAN

19 Ekim 2013 Cumartesi

Balık ve Kuş

Bir düşündüren söz daha...

  ''Balık kuşa aşık olabilir, fakat yuvaları neresi olacak?''
Fiddler on the Roof

17 Ekim 2013 Perşembe

Buz Dağı...

            
  
  Bu fotoğraf hep etkilemiştir beni... Her görüşümde de düşündürür aynı zamanda... Hem kendimi hem çevremdeki insanları...
  Hep var içimizde bir yerlerde o kimseye gösteremediklerimiz... Hep sakladığımız kendimize... Bana nedense hep o saklananlar gerçek gelmiştir... Yalansız... O yüzdendir belki de dost dediğin kara günde belli olur dedikleri... Çünkü genelde kontrolsüz zamanlarımızda çıkar o görünmeyen buz dağı... Mesela bir insanla kavga edin... Ya da kıskandırın onu... Anında çıkıverir o bütün tuttukları, gizledikleri... O yüzden ben biraz korkarım o herkesin yüzüne gülenlerden... Çünkü en çok onlar saklar bana göre... En çok onlar şaşırtır beni... O yüzden kusurlarımı yüzüme vuranlar daha gerçektir bana göre... Daha dost...

...

  Bir kaç saat öncesinde sinir krizi geçiren ben şu an hiçbir şey hissetmiyorum... Bu iyi birşey mi hiç bilmiyorum... Hissizim şu an bildiğin... Herhalde herşeyi boşaltınca kalmıyor geriye birşey...
  Atmamak gerek demek herşeyi yoksa büyük patlamalar olabiliyor hayatınızda... O büyük patlamanın ardındaki o sessizlikteyim şu an bende... Bir sonrakine kadar...

14 Ekim 2013 Pazartesi

Aşka ve Terke Dair...

  ''Ya sev, ya terk et''

  Bazen öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki, ne sevebilir, ne terk edebilirsiniz. Kör kütük bağlanmışsınızdır aslında...
  En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin müsebbibi, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.
  Gözyaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır. Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bi bayrak...
  Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz:
  ''Ölmek var, dönmek yok''tur.
  Lakin gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını...
  Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya... Şurasından, burasından eleştirmeye koyulursunuz: 
  'Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa...' 
  Başkalarını örnek göstermeye, 'Bak onlar nasıl yaşıyor' demeye başlarsınız.
  Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız. Aşkınızın gözü kör değildir artık, yanlışını görür düzeltmek istersiniz. 'Eskiden böyle miydi ya...' diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı; açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından...
  Böyle süremeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz.
  O, sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar. Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür. 
  ''Ya sev böyle ya da terk et' diye gürler...
  Bir zamanlar bir gülücüğü ile alacakaranlığı ışıtan o rüya, bir kabusa dönüşür birden... Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size... Hoyrattır, bakmaz yüzünüze...
  Zehir akar dilinden; konuşturmaz, suçlar,yargılar, mahkum eder.
  Mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı, siler sizi defterden...
  'İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için...' dersiniz, dinletemezsiniz. Ayrılırsanız yaşayamayacağınızı bilirsiniz, lakin böyle de sevemezsiniz.
  İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek terk edersiniz...
  'Madem öyle...'nin çağı başlar ondan sonra...
  Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir, madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde 'günah sizden gitmiştir.'
  Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz.
  Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece...
  Daha özgür olacağınız limanlara demirlersiniz bir süre... Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni... Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş,kurda kuşa yem olmuştur. Deli kanlılar, eli kanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler sarmıştır çevresini...
  Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...
  Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla...
  'Bana ne... kendi seçimi' diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre...
  Ama sonra... ansızın kulağımıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden...
  Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız. Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi. yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh rakı içmeyi...
  Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız, sular kulağına fısıldasın diye...
  Dönüp 'Seni hala seviyorum' diye bağırmak geçer içinizden...
  Dönemezsiniz.
  Göremedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.
  Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla olur, ne onsuz...
  Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu, hem 'Ne olacak sonunda' kuşkusu...
  Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz...
  Sürünür gidersiniz.
Can DÜNDAR

Biz birbirimizin hiçbir şeyi...

  Hafızamızın bizden bağımsız bir hayat sürdüğünden şüpheleniyorum bazen; kaybolduğunu sandığımız nice anı, nice çehre, söz, cümle, yazı,kendi derinliğiyle bulanıklaşmış kanalların içinde varlıklarını sürdürerek yüzüp duruyor; sonra birden, neredeyse ilk günkü kadar taze ve parlak olarak beliriveriyor; o zamana kadar niye saklanmışlardı ve o gün ortaya niye çıktılar, bunu hiç bilemiyoruz.
  Geçenlerde, her mevsimden kendinde bir şeyler taşıyan kararsız bir sabah vakti, beyaz yelkenler gibi şişen bulutlarla çocuksu bir güneşin yaşadığı saklambacın bir yağmura mı, yoksa ılık bir güne mi döneceğini kestirmeye çalışarak, uzaktan kremalı bir pasta gibi gözüken uçuk sarıya boyanmış konağa yaklaşırken, Goethe'nin Frau von Stein'a yazdığı bir ayrılık mektubundan bir satır, görünürde kendisini çağıran hiç kimse olmadığı halde çıkıp geliverdi.
  'Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık, ama herşeyi olduk' diye yazmıştı Alman şiirin Zeus'u.
  'Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık...'
  Bu kısa mektubun tümünü okumak için duyduğum ani istekle hemen eve dönüp Goethe'nin Mektupları'nı çıkardım.
  Kendisinden yedi yaş büyük olan, evli ve dört çocuk sahibi soylu kadına bu mektubu yazdığında Goethe yirmi yedi yaşındaydı, bütün hayatını geçireceği ve 'Ben Weimarlı bir dünya vatandaşıyım' diyeceği Weimar'a geleli henüz bir yıl olmuştu.
  Daha o yaşında, çok az yazara nasip olmuş olağanüstü bir şöhretin tadını çıkarıyordu; yirmi altı yaşındayken yazdığı 'Genç Werther'in Acıları' yalnızca Almanya'da değil bütün Avrupa'da büyük ilgi görmüş, kıtanın hemen hemen her yanında gençler Werther gibi giyinip Werther gibi konuşmaya, Werther gibi ölmeye başlamışlardı. Sokaklarda, Werherin kitapta anlatılan kıyafetine bürünmüş, altın düğmeli frak, sarı pantolon, fırfırlı beyaz gömlek giymiş binlerce genç dolaşıyordu.
  Goethe'nin bu kitabında, çok yakın bir arkadaşının sevgilisi olan Charlotte Buff'a duyduğu aşkı ve bu imkansız aşk nedeniyle çektiği acıları çok içten anlattığı için gençleri bu kadar etkilediği söyleniyordu.
  Sonunda çareyi tutkuyla sevdiği kadının yanından kaçmakta ve duygularını yazıp kurtulmakta bulmuştu.
  O büyük aşkın ertsinde rastlamıştı bir başka Charlotte'a.
  Charlotte von Stein, zarafeti ve etkileyici kültürüyle bağlamıştı genç yazarı kendisine.
  Zor bir ilişkileri vardı.
  Sık sık yaptıkları kavgalardan birinde Goethe işte o mektubu yazmıştı.
  ''Neden sana acı çektiriyorum sevgilim? Neden hep, ya sana acı çektirmek ya da kendi kendimi aldatlakla geçiyor günler? Biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık, ama herşeyi olduk... Seni artık görmeyeceğim. Yıldızları nasıl seyrediyorsam, bundan böyle sana da öyle bakacağım demek.''
  İnsana ait bütün duyguları şiirlerinde ve yazılarında anlatan Goethe, sanki anlattıklarını daha iyi bilebilsin diye Tanrı'nın kendisine bağışladığı bütün çelişkileri ruhunda barındıran bir yazardı ve elbette ki bir aşk ilişkisini tek bir mektupla bitirebilcek birisi değildi.
  İlişkileri, Goethe çok daha genç, ama çok daha basit bir kıza aşık olup onunla evlenene ve von Stein'ı ''Cenazemi onun evinin önünden geçirmeyin'' dedirtecek ölçüde kızdırana kadar uzun yıllar sürdü.
  'Birbirlerinin hiçbir şeyi olmayacakken herşeyi olmaya' devam ettiler.
  Hem çok sevdiği hem çok beğendiği biriyle 'onun hiçbir şeyi olmamak' üzere yola çıkıp onun herşeyi olmaya varmak kabul edilmeli ki, insanın ilgisini çeken bir macera.
  Hele bunun 'birbirlerinin herşeyi olmak için yola çıkıp birbirlerinin hiçbir şeyi olan' insanların çoğunlukta bulunduğu bir dünyada yaşandığını düşünürseniz, daha baştan 'birbirlerinin hiçbir şeyi olmamaya' karar vermenin sihrinin etkisinden pek kurtulamazsınız.
  ''Sen benim hiçbir şeyim olmayacaksın ve ben senin hiçbir şeyin olmayacağım'' deyişindeki korkunç vazgeçiş, hep biraz uzakta kalıp aradaki bağın, kararlarla, sözlerle, açıklamalarla, nikah kağıtlarına atılan imzalarla, birbirinin sahibi olabilmek için duyulan isteklerle değil de yalnızca karşısındakine hissedilen sevgiyle sürebileceğine olan muhteşem inanç, bir aşkı bir buçuk asır sonrada hatırlanır kılıyor elbet.
  'Ben senin herşeyin olacağım' açgözlülüğü, sevdiğin insanı kendi varlığınla sarıp dünyadan kopartarak, yalnızca kendine ait, başkalarının girmeyeceğinden emin olduğun bir kapalı bahçe haline getirme arzusunun boğuculuğu, kimse kimsenin 'her şeyi olamayacağından' sonunda insanı sıkıntıyla bunaltarak, karşısındakinin 'hiçbir şeyi olmama' isteğine sürüklüyor herhalde.
  Tersine bir yolculuk varmış gibi gözüküyor.
  Hiçbir şeyi olmamakla başlarsan, o geniş özgürlük meralarından 'her şeyi olmaya' ulaşabiliyorsun.
  Her şeyi olmaktan başlarsan, kısa zamanda gideceğin yer 'hiçbir şeyi' olmamak oluyor.
  Hiçbir şeyden başlayan macera artarak, çoğalarak, genişleyerek büyüyor.
  Her şeyden başlayan ise sürekli eksilmeye, azalmaya, sonunda yok olmaya mahkum gözüküyor.
  'Birbirlerinin her şeyi olmak', gelip bir sınıra dayanmanın, her türlü hareketten , kıpırtıdan yoksun iki kişilik bir hapishanenin temellerini atmanın parolasına dnüyor.
  Sanırım, yeryüzünde birbirini seven hiç kimse 'birbirinin hiçbir şeyi' ya da 'birbirinin her şeyi' olmayı becerememiştir, ikisi de imkansızdır çünkü.
  Birbirinizi seviyorsanız 'birbirinizin hiçbir şeyi' olarak kalamazsınız; sevgi hareket eder, yürümek, ilerlemek, 'her şeyi olmaya2 doğru hitmek ister; sonunda 'her şeyi olursanız', ondan sonrası bir ayrılık mektubudur ya da daha fenası, bir sıkıntı ve kaçış.
  Ama yine de bu uzun yürüyüşte unutulmayacak epeyce haz ve acı derlersiniz.
  Her şeyi olma arzusu ise, daha sevgi başlarken onun yürüyeceği yolları keseceğinden, sıkıntı, yaşanabilecek bir çok haz daha yaşanmadan gelir, vurur sizi.
  Goethe 'hiçbir şeyi olmamayı' ve 'her şey olmayı' daha yirmi yedi yaşında keşfetmiştir; daha sonra hayatı aşkta ve edebiyatta hep bu iki şeyi keşfederek geçti.
  Yirmi altısında parlak bir şöhretle taçlanırken kırkında onu derinden yaralayan büyük bir başarısızlığı, okuyucuların kendisini terk edişini, sekseninde ise gelmiş geçmiş en büyük şair ilan edilişini gördü.
  Yirmi yedisinde sevdiği kadının 'hiçbir şeyi' olmamayı isterken, yetmiş dördünde, karısı öldükten sonra aşık olduğu on dokuz yaşındaki bir kızın 'her şeyi' olmayı isteyerk evlenme teklif edip reddedildi.
  'Biz birbirimizin hiçbir şeyiydik' diyen serazat çocuk, 'her şeyi olmak' istediği kadın tarafından reddedildiği için arabasında ağlayarak evine dönen adamın acısını da yaşadı.
  Yazarken 'her şeyi' bilen bir yazardı, yaşarken 'hiçbir şey' ona mutluluğun nasıl ele geçirilebileceğini öğretemedi.
  Hiçbir şey ve her şey, hepimiz gibi onun da hayatını altüst etti.

Ahmet ALTAN - Kristal Denizaltı

13 Ekim 2013 Pazar

'Ben'cillik Günüm... 'Have a nice selfish day...'

  Bugünü kendime verdim... Bol bol tembellik ve bencillik yapacağım bugün...
  Şunu farkettim artık... O kadar çok koşuşturma varki hayatımızda... Sürekli bir yere yetişme telaşı, sürekli birşeyleri tamamlama duygusu ve sürekli dinlenmeyi erteleme... Bazen şöyle derin ve rahat bir 'nefes' bile alamadığımı anladım... 
  O yüzden bugün benim hayattan nefes alma günüm... Hiç telaş etmeden yaşamak istiyorum bugünümü... O sürekli erteleyip zaman bulamadığım şeyleri yapmak istiyorum... Mesela bugün hiçbir şey düşünmek istemiyorum... Biraz kendimi hayatın kendisine bırakmak istiyorum...
  Ayrıca bugün sadece 'ben' varım... Bugün herşeyi ama herşeyi sadece kendim için yapacağım... Ben öyle istediğim için...
  Ne mi yapacağım bugün??? 
  12'ye kadar uyudum mesela bugün... Sonra 2'de kendime çok güzel bir kahvaltı hazırladım... Ve şimdi de sürekli o erteleyip durdurduğum bir türlü izlemeye fırsat bulamadığım filmleri izleyeceğim hiç kalkmadan... Hiçbir şey düşünmeden... 
  Size de tavsiye ederim... Çünkü hayatta hiçbir şey bizden, 'kendi'mizden daha değerli değil... Ben bunu anladım bugün...

7 Ekim 2013 Pazartesi

Bir Dost...

  Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...
  'Nereden çıktın bu vakitte?' dememeli, bir geceyarısı telaşla yataktan fırladığında;
  'Gözünün dilini' bilmeli; dinlemeli sormadan, söylemeden anlamalı...
  Arka bahçede varlığını sezdirmeden, mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; sen, her daim onun orada durduğunu hissetmelisin. İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, kovuklarına saklanabilmelisin.
  Kucaklamalı seni güvenli kolları...
  ... Dalları bitkin başına omuz, yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...
  En mahrem sırlarını verebilmeli, en derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz..
  Onca dalkavuk arasında bir tek o, sözünü eğip bükmeden söylemeli, yanlış anlaşılmayacağını bilmeli.
  Alkışlandığında değil sadece, asıl yuhalandığında yanında durup koluna girebilmeli.
  Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli ve sen öyle güvenmelisin ki ona övdüğünde de, sövdüğünde de bunun iyilikten olduğunu bilmelisin, 'hak ettim' diyebilmelisin.
  Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; günahlarının yegâne şahidi...
   Seni senden iyi bilen, sana senden çok güvenen bir sırdaş...
  Gözbebekleri bulutlandığında yaklaşan fırtınayı sezebilmelisin.
  Ve sen ağladığında, onun gözünden gelmeli yaş...
               Can DÜNDAR

  İçimden geçenleri tam olarak anlattığını düşündüğüm bir yazısı bu Can DÜNDAR'ın.. O yüzden biraz tembellik yapıp alıntı yaptım buraya...
  Beni bilen bilir çok kolay bir insan değilim.. Kimi zaman baya delirtirim karşımdakini.. Çok huysuz çok çekilmez olurum.. Annem bile bıkmış artık siz düşünün.. Kendi halime bırakıyor beni, bekliyor.. 
  Sonra çok gösteremem öyle sevgimi.. Seni seviyorum demek bile çok zor benim için.. Sonra öpmek birini içten.. Annem çok hasret bu yüzden kızının sevgisine.. Mesela kardeşim zorla öper beni.. Ben öptürmemek için uğraşırım o da öpmek.. Bazen kavga bile ediyoruz bu yüzden.. Bu konuda babama çekmişim sanırım o yüzden onla yaşamam bu sorunu.. Ne o öper beni ne de ben onu.. Neyse..  Farkındayım aslında herşeyin fakat içimden gelmez göstermek.. Hep tutar beni birşey.. Birazda bu yüzden zorumdur ben.. Hep bir sert.. 
  Dedim ya çekilmezim kimi zaman.. Ama yukarıda bahsedilen dostlar gibi dostlarım var benim.. Bu çekilmez beni bile çekecek kadar sabırlı dostlar.. Ben sevgimi gösteremesem bile daima sevgilerini yanıbaşımda hissettiğim dostlarım.. 
  Bazen sormuyor değilim kendime.. Ben bile zor çekerken kendimi başka biri nasıl çekiyor beni? Baya şanslı olmalıyım haa ne dersiniz???
  Neyse sevgili arkadaşlarım (onlar kendilerini çok iyi bilirler) belki de görüp görebileceğiniz en samimi yazım bu sizin için.. Bir daha bu kadar bırakabilir miyim kendimi hiç bilmiyorum..
  Ha bu arada ben hala aynı huysuz, çekilmez Ecem.. :)))
  

5 Ekim 2013 Cumartesi

Hatıralar...

  Geçmişle alakalı bir tek hisler kalır bana göre.. Önce sesler çok sonra görüntüler gider.. Ama o anda ne hissettiğini hiç unutmazsın mesela.. An be an yaşarsın tekrardan.. Ya mutluluktan uçarsın ya da depresyonun dibine vurursun.. Ama hep hissedersin..
  Bir de kötü hatıralar çok kalmazmış hafızada.. Yani siz istemeseniz bile silermiş beyin.. İyi hatıralar kalırmış hep.. Çünkü insanlar pek hatırlamak istemezler kötülükleri.. Hayal kırıklıklarını, ihanetleri, ölümleri.. Çok can yakar çünkü çok acıtır.. Cesaret ister biraz da bu yüzden..
  Benimde var hayal kırıklıklarım.. Yediğim kazıklar dost dediklerimden.. Sonra ölümler.. Söylerken bile tüylerini diken diken eden o kelime; kaçınılmaz son.. Aşk acıları.. Düşündükçe hissederim hala o anda yaşadıklarımı.. O anda dinlediğim müziği bile daha sonra dinlediğimde aynen hissederim.. O yüzden şarkıların bile bir anlamı var bende bir hatırası..
  Dedim ya insanlar daha çabuk silermiş kötü hatıraları... O yüzden iyiler daha çoktur hep.. İlk aşk mesela... İlk sevgililik.. İ̇lk elele tutuşma.. Sonu ne kadar kötü biterse bitsin hiçbir zaman unutulmaz o heyecan.. An be an hissedilir yüzde bir tebessümle.. Bazen bir fotoğraf bazen bir şarkı anında döndürür sizi o zamanlara.. Kötü hatıralara nazaran daha çok döneriz iyilere..
  Yoksa nasıl çekilirdi bu hayat..

???

  Hani çok mutlusunuzdur sonra bir anda birşey olur ve hayat derki size yokk sen mutlu olamazsın.. Tak çıkarır karşınıza... Adeta yüzünüze çarptırarak gösterir size...
  Açıkçası şu an neden böyle hissediyorum bende tam bilmiyorum.. Belki isyanımdır artık hayata... Neden neden neden???
  Nedir bu şanssızlık? Neden vuruyorsun bunu yüzüme artık??? Neden çıkarıyorsun karşıma? Neden böyle kötü hissediyorum kendimi ben? Hiçbir şey olmamasına rağmen arada nedir bu mutsuzluk??? Anlam veremiyorum artık kendime.. Boşluktan mı bütün bunlar.. Başka şeyler mi var benim çözemediğim.. Keşke emin olabilsem evet yapacağım o zaman.. 
  Neden bu kadar yoğun çekim hissediyorum hiçbir şey yaşanmamasına rağmen??? Neden kıskanıyorum içten içe mesela? Peki ya yakalanan o bakışlar.. Bende mi sorun?? Ben kendim mi kuruyorum tüm bunları?? Olmayan şeyleri mi oldurmaya çalışıyorum??? Niye emin olamıyorum? 
  Off off Ecem... Salaksın sen.. Koskocaman bir SALAK..

1 Ekim 2013 Salı

Çok Aşık..

  Normalde pek bu saatlerde bağlamam duygusallığa ama indirmek için dinlediğim şarkıda takılı kaldım yine.. Kaç kere dinledim şu an ve daha kaç kere daha dinlerim bilmiyorum.. Ama sözler ve müziği o kadar güzelki.. Akustik şarkıları hep severim zaten ama bunun akustik versiyonu ayrı sanırım.. Bu kadar çok dinleyince burda da paylaşmak istedim.. Keşke en derinden hissedebilsem şu an bu şarkıyı..

   Pinhani - Çok Aşık

  Herşeyi silip atmak yok saymak unutmak var..
  İntikam çok sinsice aşkın kucağında saklanır yakar..
  İçimdeki kötü fısıldar 'acıt acıtabildiğin kadar' kanar..
  Ben insan değilmişim mutlu edemezmişim seni
  Zamansız gidermişim yarım bırakırmışım
  Sonları hiç sevmezmişim..
  Ama ben çoookk çookkk çoookkk aşığım sana...
  Aşığım..

  Önce fikrin düşer boğar gecemi sorulara
  Hiç mi gelmez içinden huzur ne gerek var bu kavgalara..
  Affetmek aşkın içinde var gururun gardını kollar
  Gururum delik deşiktir sana sana sana..
  Ben insan değilmişim mutlu edemezmişim seni
  Zamansız gidermişim yarım bırakırmışım
  Ve asla yetinmezmişim..
  Ama ben çoookk çookkk çoookkk aşığım sana...
  Aşığım...